27 Ekim 2009

"turkish pop cinema"

bir film oburu olduğu söylenen pete tombs'un eseri "turkish pop cinema" (ya da: "popüler türk sineması") isimli belgesel. seksenlerin başına kadarki dönemde çekilmiş olan, özellikle "kahraman"lı filmler ve amerikan sinemasından uyarlama filmlerle ilgili, yaklaşık yarım saat süren, bol röportajlı ve keyifli bir çalışma.
oyunculardan, cüneyt arkın, aytekin akkaya, behçet nacar, mine soley, doğan tamer; yönetmen yılmaz atadeniz; araştırmacı yazar giovanni scognamillo ve metin demirhan; müzisyen serhat köksal (2/5bz) belgeselde oldukça ilgi çekici şeyler anlatıyorlar. tabii filmlerden de örnekler veriliyor: çelimsiz cengaverler, içi geçmiş ahtapotlar vs vs...



radikal'de yayınlanan pete tombs röportajı ise noktasına virgülüne dokunmadan (çünkü kopyala - yapıştır oldu) aynen şöyle:

-türkiye'deki bağlantılarınızı nasıl oluşturdunuz?
-ana bilgi kaynaklarım giovanni scognamillo (ki o olmadan bu belgeseli kesinlikle yapamazdık); metin demirhan; söyleşi yapmamızı kabul eden ve söyleşilerin bir kısmını ayarlayan yılmaz atadeniz'di. ayrıca kaya özkaracalar'ın ve nilgün birgül'ün de çok katkısı oldu. fransız yazar alain petit ise, ilgimin ateşlenmesini sağlayanlardan biriydi.
(tombs, kaya özkaracalar'ın yayın koordinatörü olduğu geceyarısı sineması dergisinin yazarlarından.)

-söyleşi yaptığınız türk starları hakkında ne düşünüyorsunuz?
-hepsiyle tanışmak gerçek bir zevkti. ama tabii ki cüneyt arkın'ın ayrı bir yeri var. zaman ayırma konusunda çok cömert ve nazik davrandı, ayrıca anlattığı hikâyeler harikaydı. onunla tanışmak, bu maceradaki zirve noktalardan biriydi benim için. ama genel olarak tanıştığımız herkes çok nazikti. o insanlarla tanışmak, yaptıkları filmlerin neden bu kadar özel bir enerji ve heyecan taşıdığını anlamama yardım etti. bu filmleri yapanlar için sinema bir macera, sadece iş değil. hepsinden aldığım izlenim buydu.

-ingiltere'de belgesele ve ona konu olan türk filmlerine tepki nasıldı? ve tabii bu sinemayı keşfettiğinizde siz nasıl karşıladınız?
-ingiltere'de yaşayan türkler'den çok sayıda tepki geldi, ki maalesef türk kültürüyle ilgili bir programa kolay kolay rastlamıyorlar. sanırım çok şaşırdılar ve türk sinemasının bu şekilde ele alınması hoşlarına gitti.
şu anda türk sinemasının bu dönemine yönelik epey fazla ilgi var. fakat ben araştırmaya başladığımda, film tarihinin bu kısmı hakkında hem az şey yazılmıştı hem de ciddiye alınmıyordu. bu filmleri izlemeye başladığımda çok etkilendim ve çok da zevk aldım. çünkü gerçek bir enerjileri ve 'mainstream' sinemanın artık yitirdiğine inandığım eğlenceli bir yönleri var. bence yılmayan şeytan gibi bir filmde, matrix reloaded gibi düzinelerce filme kıyasla çok daha fazla keşif unsuru ve gerçek sinema tadı var.

-dünya sinemasının acayip örneklerinden çok geniş bir koleksiyonunuz var. türk yapımlarını acayiplikte nereye koyarsınız?
-türk filmleri, endonezya ve pakistan filmlerinden sonra üçüncü sırada. (haber ve röportaj)

devamını göster

24 Ekim 2009

witold gombrowicz

daha önce bir iki kere ismi geçen (bir, iki ve üç) witold gombrowicz, en sevdiğim yazarlardan biri. atlantik ötesi, bakakaï, pornografi, ferdydurke, kozmos, taammüden cinayet (bakakaï'de yer alan bir öykü) isimli kitapları türkçede yayınlanan polonya doğumlu, garip bir adam gombrowicz. geçenlerde eski evde eşyaları toplama - atma işi sırasında, sakladığım yazılar arasında, cumhuriyet gazetesinin kitap ekinin 9 mayıs 1996 tarihli 325. sayısından, yazara ayrılmış üç dört sayfayı buldum. "magazine litteraire" dergisinin gombrowicz özel sayısından yararlanarak, yaşar avunç (ferdydurke ve atlantik ötesi'nin çevirmeni) hazırlamış. aşağıdakilerin büyük kısmı, işte oradan alıntı... 

 ama öncelikle kozmos'tan kısa bir bölüm; gombrowicz amcanın neler anlattığına dair küçük bir örnek:

  çalılıkların daha içlerine daldı, açıklıklar, birbirine girmiş fındık ağaçlarıyla çam dallarından oluşmuş loş boşluklar. yaprakların, dalların, ışık beneklerinin, sıklıkların, seyrekliklerin, sapmaların, sıkışmaların, aralanmaların, açıklıkların ve daha bir sürü şeyin oluşturduğu bu cümbüşe daldı gözlerim, sayıp bitiremeyeceğim daha bir sürü şey, tekdüzeliği çeşitli lekelerle bozulmuş bu mekanda ilerliyor, derken kayboluyor, yatışıyor, acele ediyor, ne bileyim, tahteravalli yapıyor, seyreliyordu... kaybolmuş, terden sırılsıklam, ayaklarımın altında kara, çıplak toprağı duyuyordum. orada, dalların arasında, bütün bunları aşan, başka, garip, belirsiz bir şey vardı. arkadaşımın gözü de o garipliğe takılıp kalmıştı. 
- bir serçe. 
-ya, öyle. 
bir serçeydi. demir bir telin ucunda bir serçe. asılmış. küçücük başı yana düşmüş, gagası açık kalmış. dallardan birine tutturulmuş ince bir demir telin ucunda öylece asılı duruyordu. 
tuhaf. asılmış bir kuş. asılmış bir serçe. insanın gözüne batan bu tuhaflık, buralardan bir yaratığın, adına insan denen bir yaratığın geçtiğine işaretti. ama kim? kim asmıştı bu serçeyi oraya, neden, hangi nedenle yapılabilirdi ki böyle bir şey? zihinde kurulabilecek milyonlarca bileşime açık bu bitki bolluğu içinde belli belirsiz hatırladıklarım, tren yolculuğu sırasındaki sarsıntılar, lokomotifin gecenin karanlığı içinde çıkardığı gürültü, uykusuzluk, açıkhava, fuchs'la yaptığım yürüyüş, annem jania, mektup hikayesi, buz gibi donup kalmasına yol açtığım ihtiyar roman, bunların dışında da fuchs'un bürosundaki şefiyle başının dertte olması, çitler, pis yol, topuklar, çoraplar, çakıl taşları, yapraklar ve bütün bunların oluşturduğu yığının sanki hep birlikte diz çökmüş bir insan kalabalığı gibi dönüp dolaşıp o serçede toplanmasıydı, o tuhaf serçede; o unutulmuş köşeden hepsinin üzerine ağırlığını koyuyordu. 
- kim asmış olabilir ki? 
-veletin biri. 
-yok. çok yüksekte. 
-gidelim. 
ama yerinden kıpırdamıyordu. serçe asılı duruyordu. toprak, yer yer bitmiş çimlerin dışında çıplaktı. çevrede bir sürü şey sürüklenip duruyordu: kıvrak bir sac parçası, bir odun, bir başka odun, yırtık bir karton, bir değnek, bir pislikböceği, bir karınca, başka bir karınca, adını bilmediğim bir böcek, bir ocak odunu ve daha bir sürü zabazingo; her taraf bütün bunlarla koruluğa kadar, çalılığın köklerine kadar doluydu. bütün bunları, benim gibi o da gözlemliyordu. "gidelim." ama çakılıp kalmıştı, bakıyordu, serçe asılı duruyordu, ben de öylece durmuş bakıyordum. "gidelim." "gidelim." kıpırdamıyorduk, bu arada belki de orada gereğinden fazla duraklamıştık ve çekip gitmek için elverişli an geçip gitmişti... o hareketi yapmak artık daha zordu, durum daha elverişsizdi, biz ikimiz ve çalılığa asılmış o serçe... ve bana öyle geldi ki bu işte bizim neden olduğumuz bir oransızlık, beğeni eksikliği ya da yakışıksızlık vardı... uykum gelmişti. 
-haydi, yola koyulalım! dedim ve serçeyi korulukta bırakarak oradan ayrıldık. 
[kozmos, can yayınları, 1992, sayfa:10-11, çeviri: aykut derman]

   

 "(...) gombrowicz otuz yıl boyunca çeşitli yapıtlar verdi. tiyatrosu, değişik bir erotizmi ile romanları, yapmacıklı bir biçimde içten güncesi, sanat düşmanı bağımsız tutumları ile kendisini eleştirenlerin bile saygısını kazandı. 1967'de 'kozmos' adlı romanı ona uluslararası edebiyat ödülünü kazandırdı; artık geriye nobel ödülünü almak kalmıştır; ama bir oy farkla bu ödülü japon romancı kawabata'ya kaptırdı. kendisini fransa'da vence'a görmeye geliyorlar. 1968 olayları ile ilgili sorular soruyorlar ona ve hatta kimi zaman, onu ciddiye alıyorlar. ne yanıt mı veriyor? işte yanıtı: 'benim ahlak anlayışım, önce insanlığım adına karşı çıkmakta, başkaldırımı ironiyle, acı alaylarla dile getirmekte toplanır.' satranç oyuncularına özgü bir sakınganlıkla bu yer değiştirmiş aristokrat, stratejiler düzenliyor. astımlı haliyle odasından çıkmadan kendisinden söz ettiriyor." [manuel carcassonne]

 

 ferdydurke: 

"ferdydurke zırva, grotesk, aykırı bir roman gibi görünse de gerçekte 20. yüzyıl insanının derin ve acıklı bir analizidir. otuzunu geçmiş roman kahramanı, eğitimci-öğretmen pimko'nun etkisi altında onbeş yaşında bir delikanlıya dönüşür ve olağanüstü serüveni önce lisede başlar, sonra pansiyoner olarak kaldığı evde ve teyzesinin malikanesinde sürer. ana tema, çağdaş insanı kabul etmeyi reddetmekte ve olgunlaşmamışlığı yermekte toplanmaktadır. bu insan bozulmuştur, hiçbir zaman içten değildir, olgunluğa erişmemiştir, son derece yapaydır. romanda modern gençliğin üzücü bir imgesi göz önüne serilmektedir. uygarlığın bozduğu, bir 'yanaşma' ile simgeleştirilen bir gerçek insan arayışı olumlu sonuç vermez. yanaşma zavallı, daha önce efendilerine boyun eğmiş, miskin, tembel biridir. kahramanın aşkı da klasik bir bayağılık içermektedir. gombrowicz'in bu romanı beklenmedik gelişmeleri, dokunaklı yergisi, acımasız mizahı ile okuyucuyu güldürmekte ise de gerçekte karamsar bir yapıttır. konformizm ve ürkekçe başkaldırı arasındaki bütün çatışmalar, sonunda içgüdülerin sel gibi ortalığı kaplamasına insanların birbirlerine girmelerine yolaçar. ne var ki roman aynı zamanda iyimser bir yapıttır, çünkü kurulu düzeni sarsmak için ufacık bir hareket yeterlidir. uygarlığın, eğitimin, modern bilimin, toplum düzeninin, sanatın neden olduğu bozuklukları şiddetle protesto eden yazar, 'çocuklaştırılmış' insanı kurtarmak için, onun içten olmasını sağlayacak yeni bir anlatım biçimi bulması gerektiğini gösteriyor. tuhaf, derin, ironik, çılgınca bir kitap." [cumhuriyet dergi, sayı: 325, giriş bölümünden] 


ünlü polonyalı sinema yönetmeni jerzy skolimowski yirmi yıllık sürgünden sonra eski bir düşünü gerçekleştirdi. filmin çekileceği haberi duyulur duyulmaz gombrowicz'in ve skolimowski'nin hayranları kuşkularını gizleyememişlerdi: ferdydurke, "sinemaya uygulanabilir" yapıtları içinde gombrowicz'in en güç uygulanabilir yapıtı idi. yazarın o gümbürtülü dili ve değişik tonları, kitabın yapısı bir yana, ekrana nasıl aktarılacaktı?(...) "kitabı on dokuz yaşımda iken keşfettim, diyordu; ne var ki bu kitabı film yapacak gücü ancak bugün kendimde buluyorum." evet, "ancak bugün"; çünkü bu ünlü yönetmeni yazara yaklaştıran o sürgün deneyimi idi; gombrowicz gibi skolimowski de mesleğinin daha başlangıcında, ingiltere ve amerika'da çevirdiği filmlerle uluslararası üne kavuşmadan önce polonya'dan ayrılmıştı. gombrowicz'in büyük hayranı olan skolimowski'nin yazarın dünyası ile tanışması kaçınılmazdı, ama birçok kimse "moonlighting"in yönetmeninin örneğin "pornografi" gibi "sinemaya daha iyi uyarlanabilir" romanlara yöneleceğini umuyordu. (...) "ferdydurke benim kendi güncem gibi bir şey. gombrowicz'in sinemaya aktarılamayacağını biliyorum, ama onun o kışkırtıcı düşünce biçimine sadık kalmaya çalışıyorum." 

skolimowski new york'ta üniversite öğrencisi genç senaristlerle olanaksız olarak kabul edilen senaryonun yazılması için bir yıldan fazla çalıştı. ancak üç sahnede kitabın bir ya da iki bölümüne sadık kalmayı yeğledi ve kitapta bir ya da iki bölümde görünen kimi kişileri geliştirdi. böylece bakakaï'deki bir öykünün kişileri, philidor ile anti-philidor -ki bunlar daha sonra ferdydurke'de yeniden yer almışlardır- filmde tüm senaryo boyunca yer alıp romanın öykücüsü ve kahramanı o polonyalı candide'i izlerler. 

(...) ferdydurke, gombrowicz'in değiştirmiş olabileceği biçimde bir film oldu. yazarın 'günceler'inde ve 'polonya anıları' adlı yapıtında acının ve kötülüğün birbirine karıştırılarak romanın yeniden yazılması gibi bir durum ortaya çıktı. [nicolas saade, cabiers du cinéma'nın eleştirmeni. çeviri: yaşar avunç] 
(film "30 door key" ismiyle biliniyor)

 

 ferdydurke'cilerin gizli derneği: 

(...) 
"şu da bir gerçek ki biz gençler için gombrowicz'in yapıtları ve düşüncesi despotluğun baskısına, stalin ekolünün, kitle iletişiminin, aynı zamanda aşırı sağcı gerici çevrelerin 'beyin yıkamaları'na karşı çok güzel bir siper oldu. bu yapıtlar ve düşünce bize belki bir seçkinlik, bağımsızlık hakkı veriyordu. biz 'ferdydurkeciler' bir tür gizli dernek oluşturuyorduk. totaliter bir ülkede bunun taşıdığı bütün risklere karşın. fransa'ya her gidişimde ünlü 'kultura' dergisinin yayımladığı kitaplarla dopdolu bir valiz elimde dönüyordum -özellikle gombrowicz ve czeslaw milosz'un kitapları-. bu, üç yıllık bir kesin hapis cezasını göze almak demekti. bizi aldatan iktidarı aldatmak, ateşle oynamak neredeyse, elbette gombrowicz'in yaptığı gibi, bir çeşit spordu. "bir kez polonyalı eleştirmenlerin en iyilerinden biri olan michal glowinski'ye, acaba zygmunt krasinski'nin, adam mickiewiz'in 1855'te ölümünden sonra onun hakkında söylediği şu sözlerin gombrowicz için de geçerli olabileceğini düşünüp düşünmediğini sordum: 'o benim kuşağımdan insanların sütü, balı, ödü, yüreğinin kanı idi; biz ondan doğduk.' glowinski'nin yanıtı şöyleydi: 'kesinlikle öyle. hepimiz onun dilini konuşuyoruz.' " [christophe jerewski , ozan ve çevirmen. çeviri: yaşar avunç] 

 gombrowicz'in erotizm üzerine düşünceleri: 

"bana sorduğunuz her soruya yanıt veremediğim için özür dilerim. bu konudaki düşüncelerimi kısaca açıklamama izin verilirse, erotizm sanatçının, elinde zarifliğin, çekiciliğin kapısını açan bir anahtardır diyeceğim. öyleyse bir anahtarın son derece sakınımlı bir biçimde kullanılması gerekir. özellikle de şiirsiz ve tutkusuz erotizm olmaz; soğuk, ussal, kaba bir erotizm sanatsal felaketlerin en kötüsüdür. bana öyle geliyor ki bu alanda sanatçı için günümüzde duyarlılık açısından büyük bir güçlük, aynı zamanda da çok güzel bir olanak ortaya çıkıyor, çünkü modern 'eros', 'düşüklük' ile bağlantılı gibi görünüyor. 'güzellik'in kendisi 'düşüklük' oluyor. 
"modern insana bakınız biraz: tanrısızdır ve yalnızdır; onun için 'güzellik'in dış olanakları ortadan kalkmıştır. öyleyse modern insanlık yeniden bir hayranlık, bir büyülenme kaynağını nerede bulabilir? kendi içinde, kendi gönlünde, sonsuz gençliğinde, her yeni kuşakla birlikte ortaya çıkan o çiçeklenmede mi acaba? demek ki bugün 'güzellik', 'gençlik'tir. erotizm de bizi gençliğe doğru götürüyor. ama gençlik ne yazık ki düşüklüktür. bu, üzücü ve kötü bir paradokstur. 
"öte yandan, erotizm aynı zamanda çirkinliği; çok çirkin, iğrenç, kabul edilemez olanı yaratmak için bir anahtardır. bu yaratma öyle gelişigüzel, düşüncesizce gerçekleşmez; bu işe neden ve nasıl girişildiğini çok iyi bilmek gerekir. işte sanatçının o zaman özellikle ozan, her şeyden önce ozan olması gerekir diye düşünüyorum. kimi zaman bana ahlaksız, cinsel sapık, röntgenci falan diyorlar. yüzeysel ve budalaca yalanlar bunlar. pornografiden nefret ederim. yazdıklarımda arıyım ben." [bu metin 1968'de kaleme alınmış. çeviri: yaşar avunç ] 

 2003 yılında pornografi de filme çekildi. jan jakub kolski'nin yönettiği pornografia'dan kısa bir bölüm aşağıdaki. ferdydurke kadar olmasa da pornografi de sinemaya aktarılması zor bir kitap aslında. 

(film internet üzerinden kolayca bulunabiliyor; altyazısı da var)

 

 ayrıca : 
 
görseller:


 

witold gombrowicz'in yaşamöyküsü: 

1904 - 4 ağustos. maloszyce'de (polonya) doğdu. babası jan-ounfry toprak sahibi ve bir sanayici sendikası başkanı idi. annesi antonina kotkowska da toprak sahibi bir aileden geliyordu. 
1906 - gombrowicz'ler bodzewchov'a yerleşiyorlar. 
1910 - eğitimine lalalarla başlıyor. fransız mürebbiyelerden fransızca öğreniyor. 
1914 - savaş sırasında küçük çatışmalara katılıyor. 
1915 - ailesiyle varşova'ya yerleşiyor ve bir mürebbiye ile özel eğitimini sürdürüyor. 
1916 - aristokrat çocuklarının gittiği st. stanislas kostka lisesine yazılıyor. 
1920 - ilk kitabını yazıyor: aile arşivlerine dayanarak kaleme aldığı isle öyküsüdür bu. yayımlanmamış, yalnızca daktilo edilmiş olarak kalmıştır.
1923 - varşova üniversitesi hukuk fakültesine kaydoluyor ama derslere karşı ilgisizdir. bu sırada bir muhasebecinin öyküsünü anlatan ilk romanını yazmaya başlıyor, ama ardından bunu yırtıp atıyor. 
1926 - hukuk fakültesi'ni bitiriyor. paris'te hautes etudes internationales'e yazılıyor ancak bu kentte bir yıl kalıp, derslerini derslerini önemsemeden düzensiz bir yaşam sürüyor. 
1928 - öyküler yazmaya başlıyor. 
1930 - edebiyatçıların toplandığı kahvelere girip çıkıyor. 
1933 - öyküleri 'olgunlaşmamışlık dönemi anıları' adı altında yayımlanıyor. 
1934 - ziemianska kahvesinde edebiyatçı masası kuruyor. tiyatro oyunu 'burgonya prensesi yvonne'u ve 'philifor ile philimor'u yazmaya başlıyor. bu son iki yapıt daha sonra ferdydurke'nin içinde yer alacaktır. 
1935 - 'burgonya prensesi yvonne', 'skamander' dergisinde yayımlanıyor. ferdydurke'yi yazmaya başlıyor. bu romanı için iki yıl boyunca günde birkaç saat çalışıyor. 
1937 - ekim ayında ferdydurke varşova'da roj yayınları'ndan çıkıyor. akşam gazetesi 'express wieczormy'de 'büyülenmişler' adlı bir romanı da tefrika ediliyor. 
1939 - "chroby" gemisi sahipleri tarafından, geminin ilk seferine çıkması dolayısıyla gombrowicz arjantin yolculuğuna davet ediliyor. polonya ile ilgisi kesilen yazar arjantin'de yirmi yıl kalıyor. 
1940 - buenos-aires'ta yoksulluk içinde, yardımlarla, ödünç aldığı paralarla küçük otellerde kalarak yaşamını sürdürüyor. yavaş yavaş çevresinde bir dost grubu oluşuyor. bohem hayatı yaşıyor yazar. 
1944 - 'evlenme' adlı oyununu yazmaya başlıyor. aynı zamanda 'şölen' adlı bir öykü de yazıyor. 
1947 - 'evlenme' buenos-aires'te ispanyolca yayımlanıyor. 'atlantik ötesi'ni yazmaya başlıyor. 'sıçan' adlı bir öykü de yazıyor. polonya'daki komünist rejim yüzünden ülkesine dönmek istemiyor. bir polonya bankasına giriyor. 
1950 - paris'teki polonyalı göçmenlerin dergisi 'kultura' ile ilişki kuruyor. 'atlantik ötesi' bölümler halinde bu dergide yayımlanıyor. 
1952 - kultura dergisinin bir yayını olarak 'atlantik ötesi' ve 'evlenme' kitap olarak çıkıyor. 
1953 - kultura'da 'günce'si yayımlanıyor. 
1955 - 'pornografi' adlı romanına çalışıyor. 'operet' adlı bir müzikli komedi yazmaya başlıyor. 
1957 - polonya'da rejim değişikliği. 'günce'si dışında tüm yapıtları ülkesinde yayımlanıyor. 'burgonya prensesi yvonne' adlı oyunu krakow'da sahneye konuyor. bütün yapıtları çok büyük ilgi görüyor. aynı zamanda paris'te 'preuves' dergisinde françois bondy'nin 'ferdydurke'ile ilgili coşkulu bir yazısı çıkıyor. maurice nadeau bu romanı kendi koleksiyonunda yayımlamayı öneriyor. 'ferdydurke' böylece 'les lettres nouvelles' adlı koleksiyon içinde jullard yayınları'nda fransızca olarak basılıyor. kultura yayınları'nda da 'günce'nin ilk cildi çıkıyor. 
1958 - 'ferdydurke' paris'te, belli bir elit tabakayla sınırlı olsa da, büyük sükse yapıyor. roman, flamanca dışında neredeyse dünyanın bütün dillerine çevrilmeye başlıyor. yazarın sağlığı bozuluyor. ilk astım krizini geçiriyor. 
1960 - 'pornografi'nin ilk lehçe baskısı kultura'da çıkıyor. 
1961 - ilk kez kultura dergisinin edebiyat ödülünü kazanıyor. 
1962 - 'pornografi' julliard yayınları'nda çıkıyor. 'günce' 1957-1961'i kultura yayımlıyor. 
1963 - ford vakfı tarafından bir yıl için berlin'e davet ediliyor. 8 nisanda arjantin'den ayrılıyor. bir ay paris'te kalıyor. 15 mayısta berlin'e geçiyor. 
1964 - paris'te théâtre récamier'de 'evlenme' adlı oyununun prömiyeri yapılıyor. nisan ayında hastalanıp, berlin'de iki ay bir klinikte yatıyor. astımı ağırlaşıyor. 25 ekimde fransa'dan vence'a geliyor ve ölümüne kadar burada kalıyor. 
1965 - aralık ayında 'kozmos' kultura yayınları'nda çıkıyor. paris'te théâtre de france'da 'burgonya prensesi yvonne'un prömiyeri yapılıyor. 
1966 - julliard yayınları 'kozmos'u yayımlıyor. gombrowicz 'operet'i bitiriyor. 'günce'sinin 3. cildi ve 'operet' kultura yayınları'nda lehçe olarak çıkıyor. 
1967 - 'kozmos' adlı romanıyla uluslararası edebiyat ödülü'nü (formentor ödülü) kazanıyor. christian bourgois yayınları'nda 'paris-berlin güncesi' çıkıyor. 18 kasımda kalp krizi geçiriyor (miyokard enfarktüsü). 28 aralıkta arkadaşı marie-rita labrosse ile evleniyor. 
1969 - ikinci bir kalp krizi geçiriyor. 24 temmuzda vence'da gece yarısı solunum yetersizliğinden ve enfarktüsten ölüyor.

devamını göster

20 Ekim 2009

machinarium

uzun zamandır beklediğim bir oyundu bu; çıkmış hatta ödül bile almış. flash tabanlı, az yer kaplayan bir oyun, machinarium; şahane bir görselliğe sahip ve keyifli bulmacalarla dolu bir adventure. şu, her şeyi fare ile yaptığın, bir şeyin işe yarayıp yaramadığını, o şeyi diğer şeylerin üzerine fare ile getirip, eğer diğer şeyde ya da o şeyde bir parlaklık oluyorsa çözüme ya da en azından ipucuna yaklaştığın oyunlardan...

10 kişilik (bebeği ve köpeği sayarsak 12 kişilik) bir ekip yaratmış bu oyunu. henüz oyunu bitirmedim, daha başlardayım ama beklediğimden çok daha güzel buldum.

çevreden bulduğun nesneleri ya da mekanizmaları bir mekandan diğer mekana geçebilmek için kullanıyorsun. bazen de karşına küçük ama zaman zaman çözümü zor bulmacalar çıkıyor. bir süre hiç bir şey yapmazsan bizimki sevgilisini düşünmeye başlıyor; demek ki oyunun amacı sevenleri kavuşturmak. kutsal bir görev yani... karşılaştığın kötü karakterler de zamanında robotumuza pislikler yapmış. taş atıp, direğin tepesinde sevgilisiyle muhabbet eden bu küçük robotu düşürmüşler örneğin. sonra da güç sahibi olmuşlar, kötülükten kötülüğe atlamışlar hayatları boyunca.

oyunu, machinarium.net adresinden inceleyebilir, demosunu indirebilir, 20 dolar karşılığı satın alabilir, sağını solunu kurcalayabilir, ben yapacağımı bilirim, oyunun ismi yeter bana deyip ne istersen onu yapabilirsin.

devamını göster

19 Ekim 2009

cern'e gelecekten müdahale

radikal gazetesinde bugün yayınlanan habere göre, iki fizikçi (aşağıda fotoları olan muhteremler) "büyük hadron çarpıştırıcısı" deneyinde yaşanan aksilikleri, hayatta olur öyle şeyler diye geçiştirmemek gerektiğini düşünmüşler ve "bu deneyin gerçekleştirilmesi gelecekteki güçler tarafından engelleniyor" gibisinden bir iddia ortaya atmışlar.

şimdi ben kalkıp 400 sayfalık bir kitap çıkarsam ve tüm sayfalarda sadece "a" harfi basılı olsa, herkes beni itin götüne sokar ama ne bileyim andy warhol böyle bir şey yapmış olsaydı (aklıma ilk gelen o oldu diye yazdım) önce bir düşünürlerdi; "hemen reaksiyon vermeyelim, belki anlamadığımız bir şey vardır" falan derlerdi hatta bazıları övgü dolu laflar bile ederdi.

yani demek istiyorum ki, iki koca fizikçi bu iddiayı ortaya atan. biri, danimarka'lı holger bech nielsen, diğeri japon masao ninomiya. yanında, sigaranın ateşine dalmış bir arkadaşın iddia etse böyle bir şey, "boşver anlatma; filmi çıkınca izlerim" dersin ve başka bir konu açarsın ama yaşlı başlı fizikçi yahu bunlar.

"araştırmanın gelecekteki güçler tarafından engellendiğini iddia eden iki fizikçi, bu durumun dünyayı korumak adına yapıldığını da söylüyor. dr. nielsen ve dr. ninomiya’nın talihsizlik olduğuna inanmadığı olaylar, 1993’te başlıyor. o yıl, abd'de yürütülen benzer bir proje iptal edilmişti. 2008’de çalıştırılan “hadron çarpıştırıcısı” ise iki mıknatıs arasındaki bağlantının kopması sebebiyle kapatılmış ve 1 yılı aşkın süre kapalı kalmıştı." (radikal gazetesi)

diyelim zaman makinen var ve gelecektesin. eğer deney gerçekleştirilmiş ve zararlı sonuçlar vermişse, zaman makinene atlayıp, geçmişe gidip, mıknatıslar arasındaki bağlantıları koparmaya mı çalışırsın yoksa daha da gerilere gidip, deneye daha proje aşamasında mı müdahale edersin? öyle değil mi; yılanın başını küçükken ezeceksin derler!

o halde, gelecekteki güçlerin amacı, deneyin gerçekleştirilmesini geciktirmek! cern'deki adamlar heyecanlı tabii, bir işe girdiler, bok gibi de paraları var ve hemen deneye başlamak istiyorlar. demek ki deney doğru zamanda gerçekleştirilmedi, zararlı sonuçlar verdi. yıllar sonra gelecekten gelip "daha uygun" bir zaman için ayarlama yaptılar. bazı güçler. evet.

gerçekleşen olaylar ardında "bir güç" arayan bu iki fizik adamını gelecekteki güçlere hedef gösteriyorum o halde. gelecekten ayar veriyorsunuz olan bitene tamam ama bu iki adam bilin ki foyanızı ortaya çıkardı. yarın bakacağım; bu sayfa yok olmazsa ve radikal'deki haber ve işte tüm bu iddialar, demek ki ya gelecekteki güçler işlerini doğru dürüst yapmıyorlar, ya zaman makineleri jetonla çalışıyor ve fazla jetonları yok ya da bu iki fizikçi "kurgu bilim" yapıyorlar...

işte o fizikçiler! :



ayrıca bak: ‘tanrı parçacığı’ kendini mi engelliyor? [ntvmsnbc'de yazılanlar ile radikal'de yazılanlar aslında farklı anlamlar içeriyor. hangisi daha garip bilemedim ama? sonuçta, yukarıdaki yazı varlığını, radikal'deki habere ve haberdeki "gelecekteki güçler" vurgusuna borçlu.]
"dr. nielsen, amerikan new york times gazetesine yaptığı açıklamada şöyle dedi: 'higgs üreten makinelerin şansı hep kötü olacak gibi görünüyor. daha da ileri giderek, burada bir 'tanrı modeli' ile karşı karşıya olduğumuzu bile söyleyebiliriz. o kadar ki o 'tanrı-vari davranış' higgs’i engellemeye çalışıyor' " (ntvmsnbc)

ayrıca bak: fizikçi amcaların dedikleri. anlayan biri, şu iddiaların "türkçesini" anlatsa keşke. garip gazete haberleri ve onlar üzerine yapılan geyiklerle dolmasın internet. amin.

görseller:
cern'de bulunan garip alet
dr. nielsen
dr. ninomiya

devamını göster

13 Ekim 2009

iklim denen adam ( blog action day 2009)



çok eski zamanlardan beri iklim çok önemli bir konudur. eski çağlarda iklim çok güzeldi çünkü o zamanlar insanlar çok azdı. eski insanlar güneşe ve suya bakıp şaşırıyorlardı ve başka bir şey gelmiyordu ellerinden. sonra bir gün adamın biri çıkıp "dünya bize verilmiştir neden nimetlerinden yararlanmıyoruz?" dedi ondan sonra milyonlarca insan dedi ki, "evet lan, doğaya hükmedelim, biz düşünen eşek ya da hayvan değil miyiz?" öbür milyonlarca insan da "orrayt, hadi" dedi ve sonra su olsun güneş olsun bildiğimiz sevdiğimiz ve her zaman damarlarımızda hissettiğimiz hava olsun hepsi emrimize amade olmuş oldu. bunun üzerine haydi şu enerjisini emelim, yok şu kuvvetinden yararlanalım falan dediler ama yetmedi çünkü insan, bir de baktık ki meğer hem düşünen hem de bir türlü doymayan eşekmiş, hayvanmış.

bir de her yaşlı ve doğayla iç içe yaşayan dersu uzala'nın rahatlıkla ifade edebileceği gibi, güneş olsun, ay olsun ne bileyim toprak, su, ateş olsun ya da en sallamadığın tavşan bile aslında "adam"dır. adam, adem'den gelir, hatta aynı şeydir bile diyebiliriz. daha hiç bir şeyin ismi yokken ilk ona isim verildiğinden kendini bir bok zenneder oysa adem erik gibi bir şeydir, yani seslenirsin ve bakar; tabii aynı zamanda viking ya da gitarist falansa. biz de adamız. her şey adamdır. adam olmayan şey yok'tur; varsa bile yok olduktan sonra hatırlanmaz. zaten var demek, birinin seni bilmesi, "hişt hop!" demesi demek değil midir? öyleyse bu güneş olsun ay olsun ya da toprak su hava, işte tüm bu adamlar, hatırlandıkça, muhabbet ettikçe vardır. ya da doğrusu: böylece yok olmazlar. şöyle bir bakıp, "oha bir trilyon yıldır orda duruyormuş lan bu; ben de nereme soktum diye düşünüyordum?!" diye bir an silkinip derhal farkına varabileceğimiz bazı adamlardır bunlar kısacası.

iklim de işte öyle bir adamdır; iki bahar bir yaz bir de kış gibi karakterleri vardır. hepsi de çok güzeldir, ama kimi ben yaz adamıyım der kimi kış adamıyım der oysa kışın kömür yakar, yazın klima yakar, madem çok seviyordun, neden onunla mücadele ediyorsun diye sorsan, ya tamam da çok sıcak be der ya da götüm dondu da der. bunlardan işte, gereksiz yere ya da aşırı ya da bilinçsiz mücadele edenler vardır. işte öyle kömüre, klimaya, gaza dumana yumulursan doğa adamının dengesini bozarsın! anlamaz ama. bir de kalkıp, ne yapayım uzaya mı taktırayım dev bir klima falan der! çüş! uzay da lazım, uzay adam değil mi; adam tabii, kocaman adam hatta!

çok duyduğumuz nesilden nesile geçen sümük gibi bir düşünce vardır: "ne yani ben ampülümü değiştirdim, şunda bunda daha dikkatli oldum diye bir şeyler düzelecek mi? bu insanlığın sorunu olm; hükümetler bir şey yapmalı. kırt pırt..." gibi şeyler işte. oysa ne demiş eskiler, herkes kendi evinin önünü temiz tutsa, efendim, tüm şehir otomatikman cillop gibi tertemiz olur, demiş. lafı koymuş ölmüş hepsi; ulan herkes kendi çocuğunu düzgün yetiştirse tüm dünya düzgün olurdu; al bu da laf! bıt bıt güzel sözler söyleyelim, sayılar, istatistiksel veriler aksın, geçmiş şimdi gelecek üzerine karşılaştırmalar uçuşsun odan sonra en fazla gazoz kapağı kadar anüsü temizlemek için afrikanın yarısına su şakası yapacak kadar su harca! bunları da konuşmak lazım dedim, kapadım telefonu.

yerine daha zararsızını, akıllıcasını koyabileceğin eylemleri, dünyayı kurtarmak amacıyla yapmak biraz denyoca geliyor bana. ne bileyim yarım saat dişini fırçalarken o yarım saat boyunca musluğu açık tutmayıp, "ehehe, süper bir insanım, çevre, doğa falan..." diye düşünmek için hafif kaçık olmalı insan. geri zekalı süpermen, musluğu dünyayı kurtarmak için değil, öylesi mantıklı olduğu için kapamalısın! neymiş, google beyaz zemin kullanmasınmış! bu konuda ekran başında bıtbıtlanırken bir yandan hiç ilgilenmediği televizyonu açık, bir yandan sifonu bozuk, bir yandan osurup duruyor!

neyse iklim adamından bahsetmeliyim: iklim adamı son on yıllar içinde oldukça tuhaf davranmaya başladı. dört kişiliği iç içe giriyor, yer değiştiriyor, alışılmışın dışında reaksiyonlar gösteriyor. belki işin gereği öyle davranıyordur? yani, ne kadar zamandır "insanlık" var ki ortalıkta? aynı soruyu, kül olan ormanlar, kuruyan akarsular, eriyen buzullar, öldürülen hayvanlar bakımından da sorabilirim: gerçekten lan, dün bir bu gün iki anasını siktik güzelim gezegenin... çüş be! hem ne kadar zamandır "insanlık" var ki ortalıkta?

not: aşağıdaki ile yukarıdaki iki görsel arasındaki yazıdır insanlık. bunu da bilelim hani....
not2: bu "kompozisyon" gibi başlayan yazı, "blog action day '09 - climate change" ev ödevi için eklendi. çok hevesli olduğumdan iki gün önce teslim etmiş oldum. (bir süre internet erişimim olmayacak ; aslında o yüzden erken girdim yazıyı...)



görseller: bilgisayar grafiği: markley boyer, foto: robert clark

devamını göster

10 Ekim 2009

nasty old people - "ilk gösterimi" thepiratebay.org üzerinden!

hemen aşağıdan fragmanını izleyebileceğin "nasty old people", isveç yapımı bir film. "ilk gösterimi" (world premier !) thepiratebay.org üzerinden bu gün yapıldı. bu çok önemli ve şahane bir girişim!
bir süredir telif hakları, korsan muhabbetlerinin merkezinde bulunan ve karşıt grupların neredeyse sembolü haline gelen thepiratebay.org sitesi üzerinden böyle bir uygulama epey tartışma yaratacak. [hali hazırdaki tartışmalar için korsan partisi ve netdaş gruplarını takip etmeni tavsiye ederim]
filmden ve filmin ilk gösterim şeklinden bir mail ile haberdar oldum (ve fragmanı da izledikten sonra) derhal filmi indirmeye başladım.
yönetmenliğini hanna sköld isimli cesur bir isveçlinin yaptığı "nasty old people", mette isimli, dört "antika" yaşlı insanın bakımından sorumlu bir nazi kızın öyküsünü anlatan yer yer komik bir film. işin içinde yaşlı hatta ölmeyi bekleyen insanlar olunca elbette hüzünlü de bir yanı var. "filmi daha en baştan 'bedava' verdiklerine göre, tırt bir şeydir" gibi bir önyargı her ne kadar el sallasa da, film hiç de fena değil. hani diyorum kıl bir eleştirmen olsam, daha 10 vereceğim film çekilmedi gibisinden laflar eden, yine de en az 6 puan verirdim... [bu arada filmin imdb kaydı (henüz?) yok.]











yapımcı şirket: tangram film
filmin blog sayfası: nastyoldpeople.org

keyifle ekliyorum indirme bağlantısını:
http://thepiratebay.org/torrent/5117424/Nasty.Old.People.2009.XviD
veya:
http://www.torrentsdownload.net/torrent/166826/Nasty.Old.People.2009.XviD.html)

devamını göster

09 Ekim 2009

her hayvan esner

oyun: önce kelime vardı* derler ya, işte hemen sonra oyun başladı. bu oyunu, taşı öbür taşa atmak gibi anlayabilirsin ama o kadar basit değil. zaman geçirmek, bir faaliyette bulunmak anlamında değil de, taklit etmek, öyleymiş gibi yapmak diyebileceğim, çocukken herkesin gayet keyifle becerdiği, büyüdükçe çocukça bulduğu ama tüm ciddiyetiyle ara vermeden devam ettiği oyun: erkek, kadın, delikanlı, savaşçı, sanatçı, ahlaklı, dindar, eşitlikçi, özgürlükçü, milliyetçi, demokrat, kral, peygamber, paşa, tanrı artık aklına ne gelirse o olmaca... ölmek üzere olanların (daha çok yaşlı insanları kastediyorum; artık ölümü bekleyenlerin) söylediklerini dinlemek gerekir; artık oyun oynayacak halleri kalmamıştır çünkü... işte o yaşlı erkekler, kadınlar, delikanlılar, savşçılar, sanatçılar vs. çemberi aşağı yukarı tamamlamış, çevresindeki aptal büyük insanları taklit etmeye çalışan çocukların, bu işe girişmeden önceki hallerine yaklaşmışlardır. tek bir farkla; küçük bir çocuğunkine kıyasla bu amcanın, teyzenin manidar bir sırıtışla söylediği "koy götüne gitsin!" çok daha anlamlı ve doğaya uygundur.

aşk: bir insanın bir başka insana "neden" aşık olduğunu "tam olarak" anlarsan, özümsersen, o insana sen de aşık olursun**. bununla beraber, bir insanın bir başka insanı "neden" sevmediğini "tam olarak" anladığında, özümsediğinde, onun sevmediği insanı senin de sevmemen bir zorunluluk değildir. işte, dini inançları yoğun biri ile bir tanrı tanımaz, birbirlerini anlamaya çalıştıklarında, tam da bu anlamda zor bir işe girişirler: dini inançları yoğun olan, tanrı tanımazın neden inanmadığını "tam olarak" anlayabilir ve yine de inanmaya devam edebilir ama tanrı tanımaz dini inançları yoğun olanın "aşkını" "tam olarak" anlayamaz. en iyi ihtimalle, "herkesin aşkı kendine" deyip, başka bir konudan konuşup çay içmeleri en akıllıca tercih gibi görünüyor bana...

costanza: "ben boktan reklam müzikleri gibiyim" diyor george costanza, "duyarsın ve nefret edersin ama üç beş kere kulağına çalındıktan sonra bir de bakmışsın, duşta mırıldanmaya başlamışsın..." arada sırada izlemek hoş olabilir ama asla yanında istemeyeceğin bir tip. komik adam; seviyorum ama benzerleri benden uzakta, kendisi kurgusal olduğu için daha da bir seviyorum onu.

küstahlık: toprak, hava, ateş, su ve tahta*** hakkında çok az şey biliyor insanlık. yani bilebileceği kadarının çoğunu biliyordur, saat kaç oldu, ama özellikle su hakkında asla bilemeyeceği çok şey var insanlığın. bana öyle geliyor... her türlü farklı boyuttan arkadaşla tartışırım... ("satıyorsunuz lan siz suyu, ne konuşuyorsun düdük" diyecekler diye korkuyorum ama ona da cevabım var: "biz gerekirse ruhumuzu bile satıyoruz; öyleyiz, eksiğiz, adiyiz...")

sanal gerçeklik: koskoca wasteland'de toplasan üç çift vardır birbirine aşık; gezegenimizin kıymetini bilelim. (tüh; twitter'e yazacaktım bunu...)

sinek cesareti: sonunda anladım ki, minicik sivri sineğin (ya da kara sineğin ya da geri kalan tüm canlıların) bir o yandan, bir bu yandan kendisinden çok ama çok daha büyük bir canlının üzerine üzerine gitmesinin ardında cesaret ya da "öldüm ulan açlıktan; gözüm görmüyor hiç bir şeyi" gibisinden bir çaresizlik isyanı yok. o sadece hakkını arıyor; üzerine düşeni yapıyor. benim sineğe kızmamın, dalağımın böbreğime kızmasından farkı yok. ulan dalak böbrek hepiniz bana çalışıyorsunuz ne itişip kalkışıyorsunuz demez miydim; derdim.

ben yaptım: gerçekten de; internet üzerinden film, müzik, oyun ıvır zıvır indirenlerin çok büyük bölümü zaten sinemaya asla gitmeyen, asla müzik albümü falan almayan kişiler. onlar internet olmasaydı, zaten televizyonun başında oturacaklardı; potansiyel müşterilerin falan değiller yeme beni; bildiğin mal, angut tipler! neden kıymetli oldular ki? bir de indiriliyor diye yaygara yaptığın şeylerin (film, müzik, oyun vs) çok büyük bir bölümü boktan, kalitesiz saçma sapan... ne diye ağlıyorsun anlamıyorum. aklı başında, azıcık kendi zamanına saygısı olan hiç kimse indirmiyor zaten onları. o halde, angutlara hitap eden şeyleri angutlar satın almıyor diye kızıyorsan, siktir git derim ben sana! şunun net anlaşılması gerek; senin müzik, film, oyun dediğin şeylerin hepsi maddi olarak, boş harddisk'in ağırlığını miligram ölçüsünde bile değiştirmiyor! dünyanın nesneleri, algıları, anlamları değişti: üzerine başka şarkı çekebileceğim, hard diskimin ölçülebilir derecede ağırlığını değiştirebilecek bir mp3 dosyası yap ben de "abiii, hırsızlık lan bu..." demeye başlayım yavaştan....

* düşünsene, kelimeden önce, "önce" bile yoktu.
** bu yüzden aşk ağzından düşmeyen, üzerine konuşulması bir türlü bitmeyen bir kavramdır çünkü ötekinin aşkını bir türlü tam olarak anlayamazsın ve o sonuna kadar anlatmak ister...
*** işte anca o kadar; tahta kadar....

görsel: polly morgan

devamını göster