22 Şubat 2010

"moral bozukluğu ve 31"

isveç yapımı "nasty old people"dan sonra, bir türk yapımı da dağıtımını internet üzerinden, ücretsiz olarak yaptı. ali yorgancıoğlu'nun, tek bir günde film çekilebilir iddiası üzerine gerçekten de tek bir günde çekimleri yapılan "moral bozukluğu ve 31", iki bakir arkadaşın bir hafta süren komik öyküsünü anlatıyor. 

özellikle merdivenlerdeki muhabbeti, mesaj çekme bölümünü, kovalama sahnesini, kulağa tanıdık gelen bazı geyikleri çok sevdim. genel olarak çok eğlenceli bir film olmuş. baş roldeki ikili, deniz alnıtemiz ve ozan özcan başta olmak üzere bence herkes sahici. 

filmin yönetimi, senaryosu ve diğer teknik durumlarıyla ilgili olarak ali yorgancıoğlu şöyle demiş: 

"uluç ali kılıç, gönenç uyanık, onur yayla ve ben dördümüz çektik. yani kameralar bizim elimizdeydi. ama doğrusunu söylemek gerekirse bu filmin yönetmeni yok. hep beraber yaptık ve dahil olan herkes kendinden bir şey kattı. oyuncular seçil akmirza ve reyhan özdilek arasında bir konuşma duydum bir noktada bütün olayı özetleyen. biri diğerine benim karakterim böyle bir şey yapmaz ya diyor, öteki de tamam o zaman buradan sonra bir partiye gidiyor olalım onu bahane eder kaçarız bu plandan diyordu. oyuncuların o anda senaryoyu yazdığı bir durumda yönetmen kimi nasıl yönetsin."

  

kolaylıkla indirmek için filmin sitesindeki "ücretsiz 31" sayfasını ziyaret etmek yeterli. ayrıca filmin müziklerini de gönül rahatlığıyla indirebileceğini söylemeye gerek yok. (özellikle: "hipokrat & ruffkutz & niti - dünya tanrısı çıldırmış" ve "mo-x - düşünme" ) 

daha fazla bilgi: moralbozukluguve31.com


devamını göster

20 Şubat 2010

hachikō

10 kasım 1923 yılında doğmuş, 8 mart 1935'te ölmüş hachi. akita cinsi bir köpek. "japonya'nın honshu adasının akita bölgesinden köken almaktadır" diyor wikipedia'da, bu tür köpekler için...
tokyo üniversitesinden profesör hidesaburō ueno, 1923 yılında, bir yavru akitayı sahipleniyor (ya da sahiplenmek zorunda kalıyor). hayvanı çok seviyor profesör, ilgisini hiç eksik etmediği gibi, hayvana saygı da duyuyor. her gün, üniversiteye giderken, japonca sekiz tane anlamına gelen "hachiko" ismini verdiği köpeği, metro girişine kadar ona eşlik etmeyi alışkanlık haline getiriyor. hachi, akşamları da gidiyor metro kapısına, bu sefer profesörün gelmesini bekliyor. çok uzun sürmüyor bu ama, iki yıl içinde profesör kriz geçirip ölüyor. hachi'yi yanına alamayan evin hanımı, hayvanı kime verse olmuyor, hayvan bir yolunu bulup kaçıyor ve her sabah ve akşam metro girişinde profesörü bekliyor. bu durum 10 yıl boyunca devam ediyor ve hachi son nefesini metro önünde veriyor. bu arada gazetelere haber oluyor, önünde beklediği istasyona heykeli dikiliyor. yıllar sonra hakkında filmler çekiliyor.
hachi ile ilgili ilk film, hachikô monogatari, japonya yapımı. 1987 yılında seijirô kôyama yönetmiş. diğeri, amerikan yapımı, "hachiko: a dog story". 2009 yapımı, lasse hallström yönetmiş. (isim lassie'yi çağrıştırdı)
dün iki filmi de izledim. hatta ilk filmi, japon yapımını, goldie de izledi sayılır, çoğunlukla uyumuş olsa da. diğerini üç beş saat sonra, aynı "adamı" (hachiko) anlatmasına ve sonuçta benzer öyküler olmasına rağmen ilgiyle izledim. üstelik richard gere kişisinden hiç hoşlanmam! ama bu filmde gözüme çok sempatik göründü, doğruya doğru.
şu "sadakat", "arkadaşlık", "vefa" falan filan gibi kavramları bir kenara atıp, çünkü üzerine konuşuldukça, düşündükçe içleri boşalır onların, hachi'nin ve profesörün öyküsünü izlemeni tavsiye ederim. hangisi diye düşünme, ikisini de izle. hadi gözümden yaş gelirse, böhürürsem (ne demekse), hıçkırırsam gibi endişelerin varsa, yalnız izle, içinden geldiği gibi böhür hani...



not:1) "e yukarda anlatmışsın filmi, ayıp değil mi bu yaptığın!" sorusuna karşılık olarak: yukarıda yazdıklarım filmleri anlatmıyor, filmler yukarıda yazdıklarımı anlatıyor.
not.2) her iki filmin türkçe alt yazısının bulunabilir olması, filmlerin de bulunabilir olduğunun en büyük kanıtıdır.

devamını göster

14 Şubat 2010

en güzeli: gülme krizi

gülünmemesi gereken bir ortamda gülme krizine giren insanlarda bir cevher olmalı. herkes kendini tutabilirken hatta asla öyle bir patlama yaşamazken bu muhteremler daha okul zamanlarında, milli marş okunurken; cenaze evlerinde; en ciddi görüşmelerde; öğretmenden, komutandan, patrondan azar işitirken, daha bir dolu "ciddi" ortamda ve durumda patlayıverirler. bir sinir bozukluğu değilse, saçmalığı görmüşler demektir. kendilerini kastıkça kastıklarına göre "yine de saygılı olayım" diye düşünecek kadar efendiler demektir. ama, güçleri tükenir ve bir noktadan sonra artık o ciddi ortamda bir çatlak oluşmasına neden olurlar.
bu durumu coupling'de jeff detaylıca anlatır. eğer yeteri kadar etkili olursa bu anlatılanlar insanın üzerinde, bir cenaze ortamında, elbette hatırlanabilir. demek ki, coupling'in bu bölümü başlı başına bir bardaktır! benim başıma geldi: işte hafif bir rüzgar esiyor, yer çamur, ölen insan için son görev yerine getiriliyor, ölü tabuttan çıkarılıyor, çukura konuluyor, çukurun üstü beton bloklarla kapatılıyor, hoca duaya başlıyor, herkes düşünceli ve o sıralarda insanın aklına coupling gelebiliyor. orada bulunanlara asla anlatamazsın kahkahayı koyuversen. hemen bitsin şu dua falan, diye düşünüyorsun, başka şeyler düşünmeye çalışıyorsun, kıçını parmaklayan bir maymun, hayır aptalca bir şey değil, seni ciddiyete çekecek bir şey düşünmeye çalışıyorsun, ölmüş yavrusu için üzülen bir maymun, eh fena değil, ya da kanser olduğunu düşünüyorsun, kendi cenazeni örneğin, ciddi bir mücadele veriyorsun, bardakları devirmemeye çalışıyorsun. dürüst olmak gerekirse, bu durumda kalma nedenim, sevmediğim birinin ölmüş olması falan değildi , aksine çok da sevdiğim birinin cenazesiydi ama çok yaşlıydı, bir süredir ölümü bekleniyordu ve ölmüştü işte, çok şaşırtıcı bir şey yoktu hani, zamanı gelince insanlar ölüyor. sadece aklıma couplin'in o bölümü gelmişti. yine de bu durumu, cenazeye benimle gelen arkadaşıma anlattım, "ulan benim de aklıma geldi be" dedi, iyi, dedim, kendimi kötü hissetmedim böylece.
gülmek insanın en muhteşem özelliklerinden biri ya, gülen birini görsen, nedir komik olan bilmesen bile, organizman gevşemeye başlıyor, en azından gülmeye hazırlanıyorsun yavaş yavaş. şu, işaret parmağını tüm gücünle uzatıp, haksızlık ve terbiyesizlik yaparaktan alay ederek gülmeyi ve bununla beraber her türlü aşağılama soslu gülmeyi bir kenara atarsak, gülmenin problem yaratacak hiç bir yanı yok aslında. bak örneğin çocuk komiği gördü mü güler, hayatta tutamazsın onu, çok zor durumda bırakırsa seni, "çocuk işte" der, sanki "deli işte" dermiş gibi, özür dilersin. yahu ne muhteşem bir özgürlük çocuğunki, hiç kasmıyor kendini, gülmek istediğinde gülüyor, çişi geldiğinde ortalık yere işiyor, aklına gelen her şeyi söylüyor, sorulmayacak şeyi soruyor... oyunsa, oyununu da en saf haliyle oynuyor, tüm gerçeklik gerektiğinde oyun oluyor. sonra büyüyor hıyar, tüm oyun gerçekliğin gerekliliği oluyor, aman ne güzel!

aslında niyetim youtube üzerinden izlediğim üç beş "gülme krizi" videosu üzerinden geyik yapmaktı; gülme krizi ve genel olarak gülme üzerine kompozisyon yazmak değil. yine de kocaman bir parantez açmak zorunda hissettim kendimi. şüphesiz, sadece insanlığı değil, dünya dışı akıllı varlıkları da düşünüyorum(!) buraya bir şeyler eklerken! gülmek, hepimizin bildiği ama onların merak ettiği bir şey olabilir hani? yok devenin nalı, tepkisini görmezden gelerek, videolardan önce biraz daha gevezelik yapacağım anlaşıldığı üzere. yetmezmiş gibi, yapılmış gevezeliklerden yararlanacağım. o bakımdan, aşağıya bir randevu noktası ayarladım, "tabii canım, evet, sen de haklısın..." deyip hızla geçersen bir kamyon kelimeyi, orada buluşuruz. gerçi hepsini okursan da oraya varacaksın.
neyse, çocuk muhabbetinden devam edersek, yeni bir konu değil yani "gülme"nin sorun olarak algılanışı. umberto eco'nun "gülün adı" romanında -spoiler mi acaba?- tüm hır gür, aristoteles'in poetika kitabının gülmekle ilgili bölümlerinin gizlenmeye çalışılmasından çıkar. kör jorge, gülme düşmanı bir ihtiyar. saydırdıkça saydırıyor. onun dediklerine karşı çıkma cesaretini kendinde bulan baskerville'li william birader, jorge'nin tüm saçmalıklarını tek tek yediriyor ona. uzun ve kapsamlı bir tartışma, çok az bir bölümünü aldım buraya. ortaçağ'da geçiyor bu muhabbet:

"verba vana aut risui apta non loqui." (boş ya da gülünecek sözlerin söylenmesi uygun değildir.)
(...)
"umarım sözlerimden alınmamışsınızdır," dedi yaşlı adam ters bir tonla. "insanların gülünç şeylere güldüklerini işittim ve onlara yasamızın ilkelerinden birini anımsattım. mezmur yazarının dediği gibi, bir rahip suskunluk andı içtiği için güzel konuşmalardan kaçınıyorsa, bu, onun kötü sözlerden kaçınması gereğinin daha güçlü bir nedenidir. ve eğer kötü sözler varsa, kötü imgeler de vardır. bunlar, dünyanın nasıl yaratıldığı konusunda yalan söyleyen ve dünyayı yüzyıllar boyunca olageldiği ve sonsuza dek olacağının tam tersi olarak gösteren imgelerdir. ama siz başka bir tarikattan geliyorsunuz; bana söylediklerine göre, o tarikatta en yersiz neşe bile hoşgörüyle karşılanıyormuş."
(...)
"kenar resimleri çoğu kez güldürür insanı; ama eğiticidir," diye yanıtladı (william). "nasıl vaazlarda, dindar kalabalıkların düş gücünü etkilemek için çoğu kez eğlenceli örnekler vermek gerekirse, resimlerin dili de bu saçmalıklara dalmalıdır. her erdem ve her günah için hayvanlardan alınacak bir ders vardır; hayvanlar, insancıl dünyayı örneklerler."
"a, evet," dedi yaşlı adam, şakacı ama gülümsemeksizin, "erdemli olma isteği uyandırmak için her resim iyidir; yaradılış başyapıtının başaşağı çevrildiğinde gülme konusu olması koşuluyla. böylece, tanrı sözü, lir çalan, kalkanla toprağı süren baykuş, kendilerini sabana koşan öküzler, yukarı doğru akan ırmak, tutuşan deniz, terk-i dünya eden kurt aracılığıyla kendini gösterir! öküzlerle tavşan avına çıkılsın, baykuşlardan dilbilgisi öğrenilsin, köpekler pireleri ısırsın, tek gözlüler dilsizleri korusun, dilsizler ekmek istesin, karınca buzağı doğursun, kızarmış piliçler havada uçsun, evlerin damlarında pastalar bitsin, papağanlar güzel konuşma dersi versinler, tavuklar horozları döllesin, araba öküzlerin önüne koşulsun, köpek yatağa yatırılsın ve bunların tümü başlarının üstünde yürüsünler! bütün bu saçmalıkların amacı nedir? kutsal ilkeleri öğretmek bahanesiyle, tanrı'nın yarattığı dünyanın tam tersi olan bir dünya!"
"ama, areopagita," [diyonisos'a atfedilen mistik kitapların yazarı] dedi william alçakgönüllülükle, "tanrı'nın ancak en çarpuk çurpuk şeylerle gösterilebileceğini öğretir. san vittore'li ugo da, benzetme ne denli az benzerse, gerçek ne denli iğrenç ve çirkin yaratıkların perdesi arkasında açıklanırsa, insanın hayal gücünün, tensel doyumlara kendini o denli az kaptırdığını ve resimlerin çarpıtılmışlığının ardındaki gizemleri kavramaya zorlandığını anımsatıyordu bize... " (s.100)
"ama gülmekle ilgili bu incelemede seni korkutan neydi? bu kitabı ortadan kaldırarak gülmeyi ortadan kaldıramazsın." [william]
"kuşkusuz, hayır. gülme bedenimizin güçsüzlüğüdür. yozlaşması, yavanlığıdır. köylünün eğlencesi, sarhoşun özgürlüğüdür; kilise bile akıllıca davranarak, şölenlere, şenliklere, panayırlara, insanı neşelendirerek öteki isteklerden ve tutkulardan uzak tutan bu günlük yozlaşmaya izin vermiştir... ama gene de gülme, basit insanların savunması, halk için kutsal olmayan bir gizem olarak kalır. bunu peygamber de söylüyordu; yakmaktansa evlenmek daha iyidir. tanrı' nın kurulu düzenine başkaldırmaktansa, yemeğinizi yiyip sürahilerle şişeleri devirdikten sonra, düzeni alaya alan pis güldürülerinizin tadını çıkarın; aptallar kralını seçin; eşekler ve domuzlara yaraşır cümbüşlerde kendinizi yitirin; tepetaklak satürn şenlikleri yapın... ama burada, burada... " şimdi jorge parmağıyla masanın üstüne, william'ın açık tuttuğu kitabın yanına vuruyordu, "burada gülmenin işlevi tersine dönüyor, sanat düzeyine yükseltiliyor; bilginler dünyasının kapıları gülmeye açılıyor; böylece gülme, felsefenin ve hain tanrıbilimin konusu oluyor... basit insanların hem tanrı'nın yasalarını, hem de doğa yasalarını yadsıyarak nasıl
en korkunç sapkınlıkları tasarlayıp uygulayabildiklerini dün gördün, ama kilise, kendi kendilerini mahkum eden, kendi bilgisizlikleri sonucu kendi yıkımlarına yol açan basit insanların sapkınlığını hoşgörebilir. doleino ve onun gibilerin bilgisizce delilikleri tanrısal düzende hiçbir zaman bunalıma yol açmaz. o şiddeti savunur ve kendisi de şiddet yoluyla ölür; ardında hiçbir iz bırakmaz; tıpkı bir şenliğin tükenmesi gibi tükenir gider; şenlik sırasında yeryüzünde kısa bir süre için dünyanın tepetaklak bir görünümünün belirmesi de önemli değildir, bu davranış bir taslağa dönüştürülmedikçe, bu kaba dil onu çevirecek bir latin bulmadıkça. gülmek, köylüleri şeytan korkusundan kurtarır; çünkü aptallar şenliğinde, şeytan da zavallı bir aptal olarak belirir; bu yüzden de denetim altına alınabilir. ama bu kitap insanın kendisini şeytan korkusundan kurtarmasının bilgelik olduğunu öğretebilir. köylü, şarap boğazından lıkır lıkır geçerken güldüğü zaman kendini bey sanır; çünkü derebeylik ilişkilerini tepetaklak etmiştir; ama bu kitap okumuşlara, bu tepetaklaklığı yasallaştıracak zekice ve o andan başlayarak aydınlatıcı hünerler öğretebilir. o zaman köylünün düşüncesizce davranışında, neyse ki henüz midesel bir işlem olan şey, bir zeka işlemine dönüşür. gülmenin insana özgü olduğu, biz günahkarların sınırının bir belirtisidir. ama bu kitaptan, seninki gibi ne çok yozlaşmış kafa gülmenin insanın amacı olduğunu öngören bir tasım çıkaracaktır! gülmek, bir köylüyü bir an için korkudan kurtarır. ama yasa korku aracılığıyla kendini kabul ettirir; yasanın gerçek adı tanrı korkusudur. oysa bu kitaptan, tüm dünyayı yeni bir ateşle tutuşturacak iblisçe bir kıvılcım çıkabilir: ve gülme, prometeus'un bile bilmediği yeni bir korkuyu yok etme sanatı gibi tanımlanacaktır. gülen bir köylü için o anda ölmek önemli değildir; ama sonra, gülme özgürlüğü sona erince, dinsel tören yeniden tanrısal tasarıma göre içine ölüm korkusu salacaktır. oysa bu kitaptan, korkudan kurtularak ölümü yok etmek için yeni ve yıkıcı bir umut doğabilir. (s.537)
hah, ben de seni bekliyordum. işin eğlenceli kısmına gelebildiğim için çok mutluyum. yandaki fotoğraf, "in de gloria" isimli komedi programının "boemerang" isimli bölümünden. cinsellik üzerine bir programın sunuculuğunu yapan "erik hartman" [erik hartman mı? bir bağlantı var mı acaba?] (tom van dyck isimli oyuncu canlandırıyor) konuğunun ses renginden dolayı gülme krizine giriyor. eh, yani haksız da sayılmaz adam! bu videonun kısa versiyonunu yıllardır bilirim, bir çok insan gibi gerçek zannediyordum ve programa katılanların neden hiç gülmediğini merak ederdim. işin doğrusunu öğrenince hepsini takdir ettim, gülmekten deliren bir adama rağmen istiflerini bozmamaları büyük başarı doğrusu.

bu gerçek bir durum. bu tür gülme krizlerini kayıt altına alabilmek için elbette ortamda kamera olması gerekiyor. bu yüzden genellikle televizyon yayınları esnasında gerçekleşenler daha sık karşısına çıkıyor insanın. eh, cenazeleri genellikle kayıt altına almak istemez insanlar ama düğünler öyle değildir. bu düğünde, rahip efendinin karşısında gülmekten katılıyor gelin hanım. sanırım başından beri kendini sıkıyor zaten. heyecan, stres, garip bir elbise, tüm gözler üzerinde falan filan derken damat fitili ateşliyor. ama tam da yeri, ne de olsa ortamdaki herkes mutlu.


daha yeni yeni insan olmaya başlayan atalarımız, gülme denilen şeyden habersiz binlerce yıl geçirdiler. daha konuşmayı bile bilmiyordu zavallılar. varsa yoksa taş at, gök gürültüsünden kork, bitkilere dadan, bol bol çiftleş... bir gün, kabileden biri hiç düşülmemesi gereken bir yerde düştü ve işte o an bir sessizlik oldu. bu sessizliği kocaman bir kahkaha bozdu ve böylelikle gülme denilen şey ortaya çıkmış oldu. evet, dünyanın en komik (tekrarlanması ve akabinde gülünmesi bakımından) şeyidir birinin düşmesi. "model falls twice - news anchors can't stop laughing hilarious!" isimli bu youtube eserindeki iki amca, bir manken kızın podyumda düşmesine gülüyorlar. çok da iyi yapıyorlar; o kadar uzun süre düşülmez ki, düşeceksen düş, değil mi?

x-files dizisindeki ajan dana scully'e benzeyen bu hanım kızımız gülmemek ve sesini kontrol edebilmek için gerçekten komik bir çaba harcıyor. ciddiyeti korumaya çalışmak işinin gereğidir elbette ama sunduğu haber ve haberin görüntüleri gerçekten de insanın kimyasını bozacak cinsten. gereksiz bir inatlaşmaya girmiş bence, şöyle rahatça kahkahayı koyuverse bu kadar acı çekmeyecek. benzer bir durum, yani ciddiyeti koruma çabası, türk haber bültenlerinde de gerçekleşmiş. sanırım yerel bir kanal? aslında sunduğu haberde komik bir şey yok ama işte gülememekten doğan sıkıntı kızcağızı kısa sürede hırpalıyor! sanırım stüdyoda kendisi ve kameramandan başka kimse yok ve kameraman kıza sululuk yapıyor? öyle bence.

şeker gibi kızı daha çimentosu kurumamış bir betonun yanına vermişler. yahu kız gülüyor işte, hafifçe gülümse, yine sana geçsin kamera, devam et haber okumaya! ama yok olmaz, kız sıçtı ve bunun farkındayız, farkında olmalıyız. videonun tanıtım bölümü, "kız işten kovulmadı" lafıyla başlıyor, anla artık nasıl bir üzüntü ve gerilim yaratmış, bir gülme krizi. işte bu yüzden "korean news anchor can't stop laughing" isimli bu eser, komik olduğundan daha fazla oranda hüzün verici. yok be ne hüzün verici olacak, ben adama güldüm, kız bizden.



hesapta dini sohbetler yapacaklar. fotoğraftaki arkadaş, telefon açıp şarkı (ilahi mi yoksa?) söyleyen arkadaşa kayıtsız kalamıyor ve patlıyor. partneri soğuk kanlılıkla rol yapsa da sahici olan davranış belli. televizyon, internet, şu bu aracılığıyla kendini rezil eden salaklara hiç acımıyorum da, onları ciddiye almış gibi yapanlara ne demeli? "bloopers religious host laughs at singing caller" isimli bu eserde, kafasını etkilenmiş gibi sallayan lavuk mesela? paradır tek derdiniz, o belli de, yahu gülünecek şeye de gülün yahu, "sus salak, rezillik bu yaptığın!" deyin, "aptallığı normale çekmemeli" diye bir günah yazılı değildir tabii ki bir yerlerde...
eh yeter bu kadar. bir de kısa bir toplama var, dört örnek içeren ki örneklerden biri, hemen yukardaki yılan ısıran adam muhabbeti... "can't stop laughing" isimli bu eserden özellikle üçüncü favorimdir.

görseller: gülen eşek ve neşeli kızlar

devamını göster

03 Şubat 2010

you can't take it with you (1938)

you can't take it with you, george s. kaufman ve moss hart isimli iki muhteremin oyunundan frank capra tarafından 1938 yılında sinemaya uyarlanmış. o bildik zengin fakir aşkı, çatışması merkezde duruyor. bununla beraber, çatışan hayat anlayışları ve bu çatışmadan hareketle bir sistem eleştirisi de ortaya çıkıyor:
"hiç de hoşlanmadığın işlerde ömrünü tüketme, ihtiyacın olandan çok daha fazla parayı kazanabilmek için insanlığından olma, hayatın güzel ve eğlenceli yanlarını görmeye çalış, dans et, mızıka çal, şarkı söyle..." bu türden tavsiyeler önemlidir, neden önemli olmasın ki? ama dedelerimiz duymuş da ne olmuş bunları?
yani büyük bir sır falan yok açıklanan, bir film izledim hayatım değişti falan demeyecektir zaten kimse! yine de etkili olmuştur belki birilerinin üzerinde, "fak dı sistem!" deyip kendi yolunda yürümeye karar vermiştir birileri?
konuyla doğrudan ilgili değil ama, evrim teorisinin geçerli olduğunun en büyük kanıtlarından biri de, sanırım, insanlığın ta kendisi. kabaca deniliyor ya, zayıf olanlar elendi, güçlü ve dayanıklı olanlar sağ kaldı ve dolayısıyla onların genleri (ve kültürleri de diyelim hadi) aktarıldı sonraki kuşaklara. ha işte, haydi mızıka çalalım, şarkılar söyleyelim, herkes bir ucundan tutsa her türlü sorunu aşarız anlayışı da, o anlayışı taşıyan insanlar da, her zaman toprağın altına gönderilecektir hem de ilk fırsatta, hatta eş dost yardımıyla. şimdi arayalım bakalım, neremize sokacaksak insanlığın ara geçiş formunu...
hani yazıyorum ama bana bile yüzeysel, tırt geliyor bu dediklerim, hayat şartları, günümüzün gerçekliği, akıl, mantık ve dahi bilim enseme şaplak atıyor: tuhahaha, bırak bu bayat, alışılmış sevgi, paylaşım saçmalıklarını, çok bunalırsan bir dövüş kulübü kur, ye dayağını otur!



yaşına başına bakmadan torununa uyup trabzandan kaymaya kalkınca ayağını sakatlayan neşeli ihtiyar martin vanderhof ile hesaba kitaba dalmış bay poppins arasında geçen konuşma:
-ne yapıyorsunuz?
-tanrım. hata yaptım. 20 yıldır ilk defa!
-herhalde dünyanın sonu gelecek, öyle mi? bunu neden yapıyorsunuz?
-sayıları toplayıp kontrol etmem gerekiyor.
-neden?
-neden mi? çünkü bu sayılarla tutması gerekiyor.
-peki hoşunuza gidiyor mu?
-hoşuma mı?
-yaptığınız iş.
-aman tanrım, hayır. aman ya rabbi, ne diyorum ben?
-peki neden yapıyorsunuz?
-bakın, burada işler çok sıkıdır, ben de...
-yapmayı tercih edeceğiniz başka bir şey yok mu?
-yok!
-size inanmıyorum. söylediğiniz tek kelimeye bile inanmıyorum. hadi söyleyin bana, bunun yerine ne yapıyor olmak isterdiniz?
-ben bir şeyler yaratırım.
-şiir falan mı?
-hayır. bir şeyler işte.
-hadi. gösterin bana.
(poppins içinden tavşan kafası çıkan, hareketli bir oyuncak çıkarır)
-bu çok şirin.
-öyle, değil mi? kendim yaptım.
-evet.
-bunun gibi bir sürü fikrim var.
-peki o zaman bu sıkıcı sayılarla neden oyalanıyorsunuz? bana kalırsa bay...
-“poppins.”
-evet, bana kalırsa bay poppins, siz böyle şeyler yapmalısınız.
-bir gün tek işim bu olacak. bir gün, şans yüzüme gülünce.
poppins, arkasından "hoop nereye, iş güç?" diyen patronuna komik bir "siktir!" çekiyor ve koparıyor bağlarını, ihtiyarın peşine takılıyor. al sana zayıf halka! al sana ara geçiş formu!
filmde, tamam, çarklar arasında ezilmeyelim, herkes parklarda koşsun, dans etsin, peki herkes böyle yaparsa ülkenin hali ne olurdu, diye açıkca soruyor silah tüccarı zengin adam. buna net bir cevap gelmiyor ya da filmin geneli aslında bu soruyu cevaplıyor? o çağın insanı değilim, şimdi her şey çok daha karışıktır belki de?






filmden alıntı: divxplanet.com

devamını göster

01 Şubat 2010

"lütfen, gizemi kabul edin"



telekomünikasyon devi belge nine:
-belge nine, uzun yaşamın sırrı ne?
-yoğurt, süt, ot falan filan yavrum, bi' şeyler, bi' şeyler işte...
-baştan beri bir planın yoktu yani?
-gelemem sıkıntıya, ben de şaşkınım.

aslan yürekli yastık:
- uykumda konuşuyor muyum?
- bilmiyorum valla, sen ışığı kapatır kapatmaz kulaklıkları takıyorum sabaha kadar 1983 yılının seçim konuşmalarını dinliyorum.
- e iyi işte, araya karışıyor mu benden kaynaklı bir şeyler?
- bilmiyorum valla, "sevgili vatandaşlarım" lafın duyar duymaz uyumaya başlıyorum.

allah diyen tavşan ceyar:
-haftaya pikniğe gideceğiz ceyar.
-allah!
-rakı, magal, müzik her şey olacak...
-allaaah!
-ama sen gelemeyeceksin.
-allah allah?
-evet, çünkü içince sapıtıyorsun bir de voleybol oynamayı bilmiyorsun.

karanlıklar prensi böcü baba:
-neden size karanlıklar prensi diyorlar?
-bilmiyorum ki?
-ama kabul etmişsiniz?
-ettim evet.

gölgeler prensi izafi teyze:
-siz teyzesiniz madem nasıl oluyor da aynı zamanda prenssiniz?
-prens miyim ben, teyzeyim!
-öyle diyorlar ama?
-kurşunlara gelesiceler her şeyi diyorlar...

yarısı dolu bardak canhıraş:
-richard bach okudun mu sen bardak?
-canhıraş benim adım!
-peki. okudun mu?
-bardağım ben gözüm yok ki okuyayım?
-biraz daha olumlu bakarsın sanmıştım dünyaya?
-pörtlek gözlü etiketler var ya, hani defterlere yapıştırır çocuklar...
-evet var?
-ondan bir çift yapıştır bir yerime, ondan sonra konuşalım.
-sen ne bardağısın be öyle?
-votka. sek.

sol omzu kaşıyan dört parmak:
-kuyruk köpeği sallar mı?
-ben ben ben ben!
-tamam sen cevap ver, küçük olan...
-cevap veriyorum: olabilir!

görsel: google

devamını göster