27 Mart 2010

doktor, barmen, biyolog, terzi, kara lahana ve hayali arkadaşlar

* bu ikisinin dolap çevirmeyi seven tipler olduğu sanılabilir. zararsız tipler ama. kendi dünyalarında yaşıyorlar, çevreyi pek takmıyorlar. çocukluk yaşları geçmiş ama çocukluk devam ediyor işte. şapkalı olan sanki bir köpek yavrusuyla uğraşıyor, ya da dalgın bir insanla; iki gülüp geçecekler başka bir konuya.
arka tarafında oturdukları tahta araba onlara ait değil. biraz kaynatmak için göze çarpan ve değerlendirilen bir yer sadece.
şapkasız olan o günün akşamı doktor, şapkalı olan barmen olmaya karar verecek olduysa da, şapkalı kuzeninin (evet kuzen bunlar) "kaliforniya'ya gidelim, buralarda yaşanmaz" diye özetlenebilecek, bol güneşli ve umut dolu sözlerinin etkisiyle, kendilerini bambaşka yerlerde hayal ettiler. ancak hiçbir zaman ayrılamadılar küçük italya'dan çünkü onlar konuşurken günlerin ruhu da konuşuyordu ve asıl yapılacakları o belirliyordu. çok da kötü bir hayat geçirmediler ama: işte, derler ya, yuvarlanıp gittiler ya da şey derler, kendi yağlarında kavruldular veya şöyle de derler, iyi kötü geçti günler... (bir ara öksürük şurubu sattılar, bunu da belirtmek gerek. yarım yamalak da olsa tatmin ettiler isteklerini, en azından bir ukte kalmadı.)
***
adamın laf anlamaz ve sert ifadesine kanmamak gerek, bu aileyi kadın yönetiyordu. bir yandan da, karısı hariç tüm dünyaya karşı laf anlamaz ve sert bir insan gibi görünmeyi de başarıyordu adam; karısının isteğiyle bırakmak zorunda kaldığı bıyıkları olmasa, böyle bir karışıklık da olmayacaktı elbette fakat karısı, ailenin güvenliği ve huzuru için erkeğin sert ve laf anlamaz görünmesi gerektiğini, hayat şartlarının zor olduğunu, zaten iki bebenin sorunlarıyla beraber bir dolu sorunun üstesinden gelmeye çalıştığını söylüyor, "yetmezmiş gibi bir de herifimin sorumluluklarını yükleniyorum, gerektiğinde eve ekmek getiriyorum, tamam şikayetçi değilim ama en azından laf söz gelmesin, herkesinki gibi bir ailemiz olduğu düşünülsün, dedikodularla başım ağrımasın" diye de ekliyordu.
tüm sorunların nedeni şuydu: adam hayatını biyolojiye adamıştı ve gerçekten çok zor şartlar altında, kısıtlı ekipmanlarla bilgi üretmeye çalışıyordu. sağdan soldan küflenmiş, mantarlaşmış şeyler buluyor, onları kendince sınıflandırıyor, sarı yapraklı defterlere, insanlığa gram yararı dokunmayacak saçma sapan notlar alıyor ve fakat tüm bunları çok büyük bir ciddiyetle gerçekleştiriyordu. kadın adama aşıktı, adam da kadına aşıktı ama iki çocuğa yemek, üst baş gerekiyordu, bir şekilde hayata tutunmaları şarttı.
her şeye rağmen başarılı oldular. çocukları büyütüp, sağ salim gönderdiler yuvalarından. ama adam onlarca defter doldurup tek bir sonuca bile varamadı.
***
o adam tam üç gün boyunca balkonda durdu. pencereden bakan adamın verdiği bir cezaydı bu. olay şöyle gerçekleşti:
bu ikisi bir öğle vakti sıkıntı atmak amacıyla, sokaktan topladıkları gazoz kapaklarını fiş yapıp poker oynamaya başladılar. daha sonra bir alışkanlık oldu bu. ortaklaşa açtıkları dükkanda ne zaman işler dursa (terzidir bu ikisi) poker oynadılar. gazoz kapaklarıyla. ancak, penceredeki sürekli kazanıyordu, günlerdir sokaktan gazoz kapağı toplamamıştı çünkü torbalarcası vardı zaten elinde.
fotoğrafın çekildiği günden bir gün önce, balkonda görünen adam, "gazoz kapağı toplaya toplaya kendimi mahalleye rezil ettim! bu böyle gitmez! sürekli yeniliyor olmamın nedeni, gazoz kapağı gibi saçma sapan bir şeye karşılık oynuyor olmamız; belli ki istesem de ciddiye alamıyorum oyunu ve sürekli kaybediyorum; oysa gerçekten önemsediğim şeyler üzerine oynarsak, daha dikkatli olur ve onu yenebilirim! o aşağılayıcı bakışlarından tiksindim artık, benim de kazanmam gerek!" diye düşündü ve düşüncelerini ortağına açtı. ortağı, "saçmalama, bu eğlence olarak kalmalı, biz kumarbaz falan değiliz, terziyiz, sökmek değil dikmek isteriz!" diye karşı çıktı. ancak adam günlerdir oyunda yeniliyor olmanın hırsıyla kulaklarını kapadı ve meydan okudu. sonunda gazoz kapaklarını paraya eşitlediler ve oynamaya başladılar. o gün sonunda, güneş battıktan hemen sonra, hep kazanan adam yine kazanmıştı. balkonda görünen adam tüm birikimini kaptırmıştı ortağına. "her şeyimi kaybettim, bir tek ortaklığımız kaldı onun üzerine oynuyorum, kısacası rest çekiyorum; yenilen diğerinin yardımıcısı olacak!" dedi. bir türlü akıllanmıyordu. oynadılar ve adam yine kaybetti.
artık elinde bir şeyi kalmayınca hüzünlenen ve nihayet çok aptalca davrandığını fark eden adam gözyaşlarıyla dükkandan çıkmak üzereyken, ortağı onu durdurdu. "her şey eskisi gibi olsun, ben seninle ortak olmaktan da, arkadaşlığından da çok memnundum, hepsini unutalım" dedi. ancak adam gururuna yediremiyordu, kabul etmedi ve gitmek istedi. bunun üzerine ortağı, "o halde, tüm kaybettiklerin yerine, üç gün boyunca balkonda duracaksın! sadece tuvalet ihtiyacın için içeri girmene izin vereceğim, orayı hiç terk etmeyeceksin. bir daha da poker diye bir şey olmayacak hayatımızda!" dedi. adam bunu düşündü ve kabul etti. gerçekten de tüm kaybettiklerinin karşılığı olabilecek bir cezaydı bu.
***
bu adamın taşıdığı pakette kara lahana var. öylesine görüp almış, salata için. her zaman gerilerde duran biri: okullarda en arka sırada oturuyordu; askerliğini berber olarak yaptı; söylenmesi gereken sözleri zamanında söylemedi, genellikle öylece baktı, düşünceli; çok geç evlendi, çok genç öldü. yine de, neredeyse tam da merkezinde kalıyordu olan bitenin, belki zaman meselesiydi belki de tercih? önemsiz biri değildi yani, tamamen senin nereye, kime baktığınla ilgiliydi varlığı, kısacası...
hızlı adımlarla yolunda ilerleyip gitmek yerine bir an için öylece durup tam da gözün içine bakması, bir erdeme ya da hikmete denk gelebilir, bu da yorum meselesi...
her neyse, evine gitti, lahanayı buzdolabına koydu. oturma odasına geçti ve haberleri izledi. biraz geçmiş günleri düşündü. bir iki şeye güldü, o sırada konuşulan; sonra uyudu.
buzdolabına onlarca şey girip çıktı, hatta her öğün için salata hazırlandı, ama kara lahanaya kimse dokunmadı. günler geçip gitti. buzdolabının beyaz pürüzsüz yüzeyine yapıştırılmış çıkartmalar eskidi; kapının iç tarafında, yumurtalıkların hemen altındaki küçük kapaklar yerlerinden çıktı, buzdolabının kapısını her açtığında o küçük kapaklar da açıldı, bazen içindeki kabartma tozu paketleri yere düştü. ara sıra buzluğun altındaki su haznesi boşaltıldı, arka taraftaki siyah teller nadiren silindi temizlendi. başka bir eve taşınıldı, hamallar buzdolabının altında sessiz küfürler savurdular basamakları çıkarken. işte onca zaman sonra, artık bir bakışın, duruşun hayali zihinlerden silindikten sonra bile, o kara lahana buzdolabındaki yerini, bir ur gibi korudu.
bir gün bir çocuk kola içme derdine, buzdolabının kapısını tüm bedeniyle çekerekten açıp, dolabın içine göz attı. görür görmaz kara lahanayı avuçladı ve kendini sokağa attı. toz toprakla beraber, bir oyuna top olan kara lahana parçalandıkça buzdolabı sallandı, titredi ve son bir şut denemesiyle eşzamanlı olarak çalışmayı durdurdu, derin bir sessizliğe büründü.
***
"hayatımın sonuna kadar fasülye mi satacağım!" diye somurtan kız, iç dengesini koruyabilmek için hayali arkadaşlar yaratmıştı kendine. bir arkadaşı bahsetmişti, "hayali bir arkadaşım var, bunaldığımda onunla konuşuyorum" demişti, tuhaf bir gülümsemeyle. fasülyeci kız çok aptalca bulmuştu bu durumu ilk başta ancak daha sonra konu üzerine düşünmüş, biraz geliştirilirse aslında hiç de fena fikir değil, demişti kendi kendine. geliştirilmeliydi çünkü onun hayali bir arkadaşla çene çalmak gibi bir isteği yoktu. konuşmak istemiyorum ben, sadece dinlemek istiyorum, demişti kendi kendine. "ama tek bir kişinin ya da tek bir anlayışın ifade edilip durması sıkıcı olabilir." işte böyle demişti, "o yüzden en az üç hayali arkadaşa ihtiyacım var benim, birbirlerinden tamamen farklı görüşlere sahip" böylece, üç adam yaratmıştı fasülyeci kız. onların konuşmalarını dinliyor, tartışmalarını değerlendiriyor ve akıl sağlığını korumaya çalışıyordu.
kimsenin fasülye almak istemediği üstelik kimseye fasülye falan satmak istemediği o gün, ki hep böyleydi günler, bu üç hayali arkadaş onu ziyarete gelmişlerdi. biri hoşlandığı adamdı, çok sevimliydi. ikincisi onu etkilemeye çalışan, sürekli peşinde koşan adamdı, her fırsatta kendini göstermeye, ona sahip olmaya çalışıyordu. sonuncusu ve en sessiz olanı, kendisine aşık olan adamdı. pek konuşmuyor, genellikle izliyor ve diğer ikisinden nefret ediyordu. ve işte, o gün, hepsi birden gelmişti yanına, tüm o uzun geceler boyu süren tartışmalar, kavgalar, sözler, kelimeler bir yana bırakılmış ve tüm hayali arkadaşları gerçeklikte boy göstermişlerdi; hemen arkasında duruyordu, hayatın tüm sorunlarını silebilecek seçenekler...
ama fasülyeci kız gününde değildi, sıkkındı canı...
***
başkaları da var:
little italy
fotoğrafa çok büyük ölçülerde bakmalı : little italy: 1900
ayrıca: renklendirilmiş versiyonu

devamını göster

24 Mart 2010

ivan maximov

kasım 1958, moskova doğumlu ivan maximov. fotoğrafçılık eğitimi almış, karikatür çiziyor, animasyonlar yapıyor, senaryo ve yönetmenlik üzerine çalışıyor, bir dönem rusya uzay araştırmaları enstitüsünde görev yapmış, ayrıca "full pipe" ismini taşıyan, insan aklına "dur bir mola ver" dedirtebilecek gariplikte, adventure tarzı bir bilgisayar oyunu yapmış. [bağlantılar en altta]
kıskanılası bir hayal gücü var zaten de, ayrıca mekaniği ve mantığı sağlam bir düzene (ya da düzensizliğe?) oturmuş bir evren yaratmış sanki. rahatlıkla buna "ivan maximov evreni" denilebilir...
ivan maximov'un çok güzel müzikler eşliğinde ve bu çok güzel müziklerle uyum içindeki animasyonları, ilk karşılaşmada çok garip geliyor. alışıldık öykü kurallarını ve fiziksel, biyolojik davranışları göremeyince, sürrealizm de bir yere kadar kardeşim isyanıyla birlikte bir huzursuzluk ortaya çıkabiliyor. sadece bir iki farklı animasyonu daha izledikten sonra, bu farklı doğanın, çizimleri basit gibi görünen hareketliliği, insana güzel ve etkileyici gelmeye başlıyor. sonrasında animasyonlar peş peşe geçtikçe algılama otobanından, biraz daha, biraz daha demeye başlıyorsun, youtube'u sallayıp kurcalayıp ivan amcanın tüm işlerini izlemek istiyorsun. çevrenden kendi götünü ısırarak salyangoza dönüşür gibi yapıp son anda tekrar tavşan olmaya karar veren tavşanlar geçiyor; minik yay gövdeleri bir ayakkabı tekine saplanmış zıplayan çocuklar kendilerini suya atıyorlar; "küçükken de süpermeni izledikten sonra uçmaya çalışmıştım, her izlediğimden etkileniyorum lan ben de!" falan diyorsun ve bir süre sonra hepsini unutup, işine gücüne bakıyorsun.



"5/4":


"the addittional capabilities of the snout"


ayrıca:
wind along the coast
rain down from above

ivan maximov
ivan maximov - wikipedia
full pipe
full pipe - steam

devamını göster

22 Mart 2010

"the cove"

the cove, japonya'nın taiji bölgesinde, gözlerden uzak koylarda gerçekleştirilen yunus katliamlarını dünyaya göstermek amacıyla çekilmiş bir belgesel. richard o'barry (yandaki fotoda, yunus olmayan), bir zamanlar ünlü "flipper" dizisinde flipper'ı canlandıran yunusların eğitmeni, bakıcısı, kankasıymış. yunusların gösteri dünyasında yer etmesinde bu dizinin ve doğal olarak richard amcanın epeyce etkisi olmuş. flipper'ı canlandıran yunuslardan cathy'nin kollarında intihar etmesinden sonra (neden intihar kelimesini seçtiğini anlatıyor belgeselde), bu hayvanlara ayıp edildiğini, kendisinin de yıllarca yanlış bir yolda yürüdüğünü görüyor ve kalan hayatını yunusları özgürleştirmeye, haklarını korumaya adıyor. 

richard amcanın rehberliği ve bildikleri esas alınarak bir ekip kuruluyor, taiji'ye gidiliyor ve neredeyse bir macera filmi havası taşıyan "the cove" belgeseli ile yunus katliamı belgeleniyor. dünya "yazıık yaa" falan diyor. filmin sonunu söyleyim hemen:

japonya'da her yıl ekim ayından, mart ayına kadar yaklaşık 23.000 yunus katlediliyor. 

belgeseli çekebilmek için çok uğraşmışlar. tüm yasal yolları denediklerini ancak hem yerel yönetimin hem de balıkçıların çıkardıkları engeller yüzünden gizli kameralarla, "girilmesi yasak" bölgelere geceleri gizlice girerek çekim yapabildiklerini anlatıyorlar (zaten tüm bunları izliyoruz). bu durum belgeselin kurgusuna da yansımış doğal olarak; yapılan hazırlıklar, yoğun bir "yakalandık yakalanacağız" gerilimi, bağırıp çağıran balıkçılar, güvenlik güçlerince sorguya alınmalar... bir noktadan sonra, filme konu olan yaratığın filmin sonuna kadar tam görünmediği, asıl büyük şiddetin filmin sonunda yer aldığı garip korku gerilim filmlerinden birini izliyorum hissine kapıldım doğrusu. bilmiyorum abartıyor muyum ama, belgeselin öyle bir gidişatı var ki, sanki "gösterin artık şu yunusların bedenlerine giren kancaları, zavallıların can çekişen bedenlerini, kandan kızıla boyanmış denizi" demeye başlıyor izleyici. tam amerikan tarzı yani, çok daha fazla etkileneyim diye, gerdikçe geriyorlar, o patlama noktasına yavaş yavaş çekiyorlar ve görkemli bir final ile izleyiciyi sarsıyorlar. gerçekten de belgeseldeki katliam görüntüleri birazcık bile yüreği olan birini derinden etkileyecek, belki de yoğun bir suçluluk duygusu ya da utanma hissi yaratacak cinsten. 

bu dramatik yükselişi, insanlar daha çok etkilensin, çığlığımızı daha çok insan duysun derdine bağlamak olanaklı. yine de bir çelişki var: tamam bu katliamı herkese duyuralım, duymayan kimse kalmasın ama bunun için illa ki belgeseli satın almak mı gerekiyor? önemsiz bir noktaya takılmıyorum; home (yuva) belgeselinde yapıldığı gibi, dvd satışı yanında, internetin olanakları da kullanılabilirdi, eğer gerçekten dert kamuoyu yaratmaksa, olabildiğince çok insana ulaşmaksa... belgeselin yapım masraflarını karşılamak için de, daha sonra, konuyla ilgili çalışmalar için de bir dolu maddi kaynak bulunabileceğini düşünmek zor değil. bu bir tavırdır; samimiyet ve çaba gösterme anlamında zayıf noktalardır. zaten insanın aklına şüpheler düşüyor; örneğin şöyle düşünebiliyor insan: asıl sorun ettikleri şey, hayvanların topluca öldürülmesi mi yoksa dev bir pazar olan balıkçılıkla ilgili, ülkeler arası başka bir plan mı var? [örneğin danimarka'da da "geleneksel" ıvır zıvır nedenlerle balinalar topluca öldürülüyor. belgeseldeki vahşetten pek bir farkı yok: fotoğraflar ve video] bununla beraber ve buna paralel olarak, bir dolu insanın bu belgeselden dolayı japonya'ya (ve japon halkına) karşı yargılarında değişimler olacağı kesin. 

insan, uzun zamandır ve günümüzde vahşi, yıkıcı bir yaratık. belki bir gün, insan hakları, hayvan hakları, çocuk hakları, şu bu hakları diye tek tek anlamlandırmak yerine "varlık hakları" diye bir şey ortaya çıkacak ve hiç de komik, garip durmayacak? çünkü illa ki kan görmemiz gerekmiyor; canlı cansız tüm varlıklara karşı her millet, her ülke illa bir bokluk, pislik yapmış, yapıyor... yunusları topluca öldüren, soylarının devamını tehlikeye atan japonların (hükümetlerin, bazı balıkçıların vs), dinamitlenerek yok edilen dev buda heykellerine duyduğu üzüntü (bamyan buda heykelleri ve haber) biraz anlamsız görünüyor sanki; ya da çok anlamlı? bir türlü karar veremedim. 

 filmin sitesi: thecovemovie.com foto: richard o'barry

devamını göster

12 Mart 2010

paralel evrenler

fizik bilimi ve buna bağlı olarak evren kuramları, gizemli dini tarikatların düşünce sistemleriyle, fantastik bilim-kurguya dayalı uçuk bir hayal gücüyle iş yapıyor sanki! sonsuz sayıda paralel evren var ne demek yahu; ha iyiymiş, deyip işine gücüne devam edemezsin ki? yani en azından bir süre sallar insanı bu bilgi, elini ayağını nereye koyacağını bilemeyebilirsin.
genellikle "paralel evrenler" denilince derhal insanın aklına, fantastik, bilim-kurgu şeyler üşüşüyor (benim aklıma üşüşüyor doğrusu). sanki gizem ve heyecan dolu bir oyun sahası açılmış oluyor zihinde. birazcık konsantre olsak, azıcık "fokuslansak", kendimizi geliştirsek, işte ne yapıp edip bir şekilde evrenler arası iletişim köprüleri oluşturabilsek, falan fıstık dertleri başlıyor. bir taraftan da, bilinç, enerji, ruh gibi kavramlar, gizem sifonundan boşalıveriyor. [en güzel örneklerinden biri de "what the bleep do we know?!" isimli belgesel süsü verilmiş saçmalıktır sanırım.]
anlaşılması ya da agılanması neredeyse olanaksız büyüklükler ve küçüklüklerle hesaplamalar ve açıklamalar yapan evren kuramlarının hayatı ve hayat algısını etkilememesi olanaksız elbette ama şu ya da bu kişinin varoluş dertlerine sakız olsun diye ortaya atılmadıkları da kesin.
tüm bu gevezeliğimin nedeni şu:
aylar önce "elegant universe" isimli belgeseli izlemiştim ve geçenlerde de "bbc horizon: paralel evrenler" belgeselini izledim. belgeselde bahsi geçen bir dolu kavram hakkında daha çok şey bilmek istiyor insan; her ne kadar sıradan insanlara yönelik hazırlanmış olsalar da üzgünüm ki ben fizik, matematik konularında sıfırım. onu geçtim, kesin anlamam ki ben bunu, ne kadar anlatırsan anlat gibisinden bir kendine güvensizlik ya da önyargı yakamı bırakmıyor. yine de çabaladım, özellikle "bilim ve teknik" dergisinde yayınlanmış konuyla ilgili bulabildiğim yazıları okumaya, anlamaya çalıştım. bu aşamada, dikkatimi ya da ilgimi çeken şeylerden bazılarını (altını çizdiklerim diyemedim bir türlü, pdf ya, neyse) bir araya getirdim. böylelikle, seksenli yılların yazılarından itibaren epeyce uzun bir alıntılar silsilesi oluştu.
bilim ve teknoloji üzerine süreli bir yayın olan bilim ve teknik dergisindeki bilgiler, doğası gereği, ileriki yıllarda değişime uğruyor, bir takım şeyler geçerliliklerini yitirirken eskinin karası ak olabiliyor ya da tamamen yeni şeyler ortaya çıkıyor. örneğin, 1987 yılında yazılmış makalede, süpersicim teorisinin 10 boyutlu bir evren teorisi olduğu söyleniyor ama bu bilgi zaman içinde değişmiş; belgesellerde değişim süreci ve 11. boyutun teoriye eklenmesi detaylıca anlatılıyor.
kısacası, alttaki, biri üç bölümden oluşan iki belgesel bu yazının asıl amacı. ayrıca, benim belgesellerde geçen belli başlı kavramları anlamaya, öğrenmeye çalışırken ilgimi çeken bölümlerden bir iki alıntıyı da içeriyor. konunun uzmanı falan değilim tabii ki de. hatta okuduklarım ve izlediklerimden sonra, anlat desen "çok kolay abi, bak şimdi" diye lafa girecek durumda bile değilim...
***
newton'a göre, evren sonsuz büyüklükte ve içinde kapsadığı madde düzgün olarak dağılmışsa, çekimsel potansiyel her yerde aynı olacağından, evrenin çökmesi söz konusu olmayacaktır. yani kararlı ve durağan olacaktır. diğer taraftan, einstein'ın genel görecelik kuramı'na göre çekim kuvvetinin, kararlı bilinen evreni kararsız duruma getirmesi ve sonuçta evrenin çökmesi gerekiyordu. bu güne kadar neden böyle bir çökmenin olmadığı, 20. yüzyılın yanıt bekleyen önemli bir evrenbilim sorunuydu. zamanın büyük bilim adamlarından a. friedmann ve lemaitre, evrendeki hızlı bir genişlemenin varolması gereken çökmeyi yenmiş olabileceğini düşündüler. aynı yıllarda slipher, amerika'da lowell gözlemevi'nde galaksilerin uzay hareketlerini inceliyordu. o zamanlar galaksilerin, henüz oluşmakta olan güneş sistemleri olduğu sanılıyordu. slipher, 1912 yılında, andromeda galaksisinin saniyede 300 km'lik bir hızla güneş'e yaklaştığını görünce, bu ilginç buluşun diğer galaksiler için de geçerli olup olmadığını anlamak için, 1925 yılına kadar 40'tan fazla galaksinin uzay hareketlerini inceledi. inceleme, galaksilerden sadece birkaçının (ki bunlar samanyolu'nun da üyesi olduğu galaksiler grubunun üyeleridir) güneş'e, daha doğrusu galaksimiz samanyolu'na yaklaştığı, diğerlerinin ise büyük (ışık hızlarına yaklaşan) hızlarla bizden uzaklaştıkları bulunmuştu.
1929'da edwin hubble, birçok galaksinin uzaklığını yeniden belirlediği zaman, bu bilgiyi slipher'in ölçtüğü uzay hızlarıyla birleştirerek gördü ki, galaksilerin bizden uzaklaşma hızları, uzaklıklarıyla orantılıdır.
hemen hemen tüm galaksilerin bizden uzaklaşmaları, evrenin merkezinde olduğumuz izlenimi verir. üzerinde siyah noktalar ve noktalar arasında bir karınca bulunan balonun, şişirilmekte olduğunu düşünün. tüm noktalar birbirinden uzaklaşırken, karınca da tüm noktaların kendisinden uzaklaştığını görecek; fakat görüldüğü gibi ne karınca ne de herhangi bir nokta merkezde olmayacaktır. galaksi ve galaksi kümelerinin gözlemlerine göre evren genişlemekte ve bu genişlemeyle galaksi ve galaksi kümeleri sürekli birbirinden uzaklaşmaktadır. mademki evren bu şekilde genişliyor, galaksilerin birbirinden uzaklaşma hızları ve doğrultuları bellidir; onları aynı hız ve doğrultuda geri götürüp, harekete başlama noktasını ve zamanını bulabiliriz. genişleme hızının zamanla çekim etkisi nedeniyle yavaşladığı da göz önüne alınarak yukarıdaki işlem yapıldığında, evrenin büyük bir patlamayla oluştuğu yargısına varılmıştır.
ışığın sonlu bir hızla yayıldığını düşünürsek uzak galaksilere, evrenin derinliklerine baktığımızda aslında zamana geri baktığımızı dikkate almamız gerekir. andromeda galaksisine teleskobumuzu doğrultup bir olay gözlesek bilmeliyiz ki aslında bu olay tam 2.5 milyon yıl önce olmuştur. çünkü andromeda bizden 2.5 milyon ışık yılı uzaklıktadır. milyarlarca ışık yılı uzaktaki galaksileri gözlemekle, milyarlarca yıl önceki olayları gözlemiş oluyoruz. ne kadar uzağa bakarsak, evrenin o kadar geçmişine bakmış oluyoruz. bu karmaşık olay, uzaklık-uzaklaşma hızı bağıntısına, uzaklıkla artan büyük yanılgılar getirmektedir. örneğin, bugün bizden bir milyar ışık yılı uzaklıkta bulunan bir galaksinin ölçülen uzaklığı, bir milyar ışık yılı değil; fakat bir milyar yıl önceki uzaklığıdır. ölçülen uzaklaşma hızı da aynı şekilde bugünkü uzaklaşma hızı değil, bir milyar yıl önceki uzaklaşma hızıdır.
(1984- aralık- evren ve biz- 1)

study for cluster

john schwarz ve michael green, 1984 ağustosunda nihayet her şeyi bir araya getirmeyi başarabildiler. on yılı aşkın bir süredir, görülmedik derecede zor matematik işlemlerinin yapılmasını gerektiren bir fizik teorisi üzerinde çalışıyorlardı. şimdi iş, sadece çocukça basit bir problemin çözülmesine kalmıştı. bütün yapmaları gereken, 31'i 16 ile çarpmaktı. eğer cevap 496 ise, çalışmaları başarıyla bitmiş olacaktı.
schwarz, çarpımı not defterine kaydederken, green de bir karatahta üzerinde çarpım sonucunu hesaplıyordu. önce sonucu 486 olarak topladı. sonra, yumuşak londralı aksanıyla, "maalesef olmuyor" dedi. schwartz ise defterine bir kere daha bakarak, "yeniden dene" uyarısında bulundu. bu defa green sonucu doğru hesapladı ve böylelikle "süpersicim" denilen teorinin hiç olmazsa matematiği doğrulanmış oldu.
supersicim, on boyutlu* bir evren teorisidir. bu teoride madde ve enerjinin temel yapı taşları miniminnacık noktalardan değil, miniminnacık tellerden ibaret sayılmaktadır. son elli yılda hiçbir teori bunun kadar heyecan ve iyimserlik uyandırmamıştır.
(1987- nisan - şimdi her şey sicimlere bağlı)



maddenin temelini oluşturan çok sayıdaki elementer parçacıkların her birinin bir karşıtı vardır. hatta o temel parçacıklar oluşurken karşıtları ya da eşleri ile birlikte oluşurlar. örneğin elektron (negatron)-pozitron, proton-antiproton, nötron-antinötron birbirlerinin eşleri veya karşıtlarıdır. bu karşıt parçacıkların da mevcudiyeti ve her parçacık çiftinin birlikte oluşumu deneysel olarak gerçekleştirilmiş, bu konudaki teoriler doğrulanmıştır.
antimadde ya da antienerji gibi karşıt kavramlar, miktar olarak eşleri ile aynı fakat diğer bütün fiziksel özellikleri itibariyle zıddı birer oluşumlardır. madde ile antimaddenin ya da enerji ile antienerjinin birleşmesi durumunda elde bir şey kalmayacağı öngörülmektedir.
evren, "big bang" patlaması ile oluşurken madde ve antimadde hemzaman olarak eşit miktarlarda oluştularsa bunlardan bir kısmının birleşerek birbirlerini yok ettikleri, geriye kalanların birbirlerinden uzakta olmaları nedeniyle yokolmadıkları düşünülmekte ve bizlerin "madde bölgesinde" olduğumuz varsayılmaktadır. bu teoriye göre uzayın derinliklerinde bir yerde "antimadde bölgesinin" olabileceği düşünülmektedir. başka bir varsayım da, "big bang" patlamasında, maddenin, antimaddeden daha çok oluşmuş olabileceği, az oluşan antimaddenin çok oluşan meddenin bir kısmı ile birleşip yok olmuş olabileceği ve geriye bizlerin içinde bulunduğu "artık madde bölgesinin" kaldığı da sanılmaktadır.
(1988- haziran – antimadde)
***
1960’larda gökbilimciler, şunu fark ettiler. gökadalar öylesine hızlı dönüyorlardı ki, içlerindeki yıldızların toplam kütleçekiminin bunların dağılıp uzaya saçılmasını engellemede yetersiz kalmaları gerekiyordu. o halde yıldızların merkezden kaçıp uzaklaşmalarını önleyen bir şey olmalıydı: ek bir kütleçekimi yaratan, ama görünemeyen madde. yani “karanlık madde”. bilimciler, uzaydaki bu karanlık maddenin bir kısmını evrende buldular. x-ışını teleskoplarıyla, ortalıkta hayalet gibi dolaşan gaz bulutları belirlediler, önlerinden görünmez cisimler geçtikçe ışıklarının şiddeti değişen uzak yıldızları gözlemlediler ve gökadalardaki görünmez kütlenin uzay-zamanda yol açtığı çarpılmayı ölçtüler. ve büyük patlama’dan sonra oluşmuş ilk dev gaz bulutlarındaki elementlerin miktarlarının gözlenmesi sayesinde de sıradan maddenin yalnızca %10’unun teleskoplarca görülebildiği sonucuna vardılar. (...) araştırmacılar bu egzotik karanlık maddenin, evrenin tüm içeriğinin %25’ini oluşturduğunu hesaplıyorlar. yani, sıradan maddenin beş katı! [charles seife, “what ıs the universe made of?”, science, 1 temmuz 2005 çeviri: raşit gürdilek]
(2005- eylül - evren neden yapılı)
***
geriye kalan %70 de evrenin daha gizemli bir bileşeni olan karanlık enerji. gökbilimcilere göre, yoğunluğu uzayın her santimetre küpünde aynı olan ve eğer evren genişledikçe azalıyorsa, bu azalmanın çok az olduğu gizemli bir enerji türü. karanlık enerjinin bu değişmezliği evrene sürekli bir itki vererek genişlemenin hızlanmasına yol açıyor.
[2005- nisan - karanlık enerji]

12

albert einstein’ın 1905 yılında yayımladığı devrimsel nitelikte üç makalesinden sonuncusu, einstein’ın adıyla özdeşleşmiş olan görelilik kuramına aittir. bu makaleyi yazmasının asıl amacı, o sıralar büyük bir problem haline gelen ışık hızının sabitliği sorununu çözmektir. ama sonuçta, yer ve zaman kavramlarımızı baştan aşağı değiştiren ve doğanın işleyişine dair önemli ipuçları veren bir kuram çıkmıştır ortaya. birkaç yıl sonra einstein, geliştirdiği bu kuramın çok daha genel bir başka kuramın özel bir hali olduğunu fark eder. bu nedenle 1905’te geliştirdiği kurama “özel görelilik” adı verilir. ancak 1916 yılında tamamlayacağı diğer kuram da “genel görelilik” adıyla anılacaktır. deneylerle desteklenen her iki kuram bugün, evrenbilim ve parçacık fiziği çalışmalarında vazgeçilmez araçlar olarak kullanılıyor.
(...)
güneşi gördüğümüz için dünya’nın güneş’e göre saniyede 30 km hızla gittiğini söyleyebiliyoruz. benzer şekilde samanyolu’na baktığımız zaman da güneş'in dünya ve diğer gezegenlerle beraber bu gökadanın merkezi çevresinde kabaca saniyede 250 km hızla yol aldığını söyleyebiliyoruz. ama bu kadar uzağa bakmaz, sadece dünya üzerindeki olaylarla ilgilenirsek o zaman bu hızların ne olduğunun veya ne kadar büyük olduğunun hiçbir önemi yok!
bu açıdan bakıldığında, yapılan bütün deneylerde ışığın, ilerlediği yönden bağımsız olarak aynı c hızıyla yayılıyor olması görelilik ilkesiyle oldukça uyumlu. çünkü bu deneylerde dünya’dan dışarıya bakma diye bir şey yok; her şey dünya üzerinde ve dünya’ya göre ölçülüyor.
fakat ortada hala bir sorun var: örnek olarak bir aracın yere göre 0,9c hızıyla (yani ışık hızının %90’ı) hareket ettiğni düşünelim. bu aracın hareket doğrultusuyla aynı yönde, yine yere göre c hızıyla ilerleyen bir ışık ışını gönderelim. bu durumda ışığın araca göre 0,1c hızıyla ilerlemesi beklenir. buna karşın, yapılan bütün deneyler beklentimizin yanlış olduğunu, ışığın hızının yere göre de, araca göre de aynı c değerine sahip olduğunu söylüyor. bu oldukça garip bir şey: ışığın peşinden ne kadar hızlı giderseniz gidin, o hala sizden aynı hızla uzaklaşıyor.
bu problemin einstein’ı uzun süre meşgul ettiğini ve isviçre patent ofisinde çalıştığı sıralarda yakın arkadaşı michele besso ile tartıştığını biliyoruz. çözümü 1905 yılı ilkbaharında buldu. eğer aracın içindeki saatler daha yavaş işliyorsa, o zaman ışığın araca göre hızının hala c değerine eşit olması mümkündü. fakat, görelilik ilkesini ihlal etmemek için, araçtaki gözlemcinin saatlerin gerçekten yavaş işlediğini fark etmemesi gerekir. bu da ancak çalışma ilkesi ne olursa olsun bütün saatlerin aynı oranda yavaşlamasıyla mümkün olabilir.
einstein, bulduğu sonuçları yayımladığı makalede, bütün iddiaların sadece iki temel varsayımdan hareket edilerek elde edilebileceğini gösteriyor. bunlar: (1) görelilik ilkesi sabit hızla hareket eden bütün gözlemciler için geçerlidir ve (2) ışığın hızı bütün gözlemcilere göre c’dir.
einstein, birbirlerine göre sabit hızla hareket eden iki gözlemci düşünüyor. bu gözlemcilerden birisi, belli bir olayın nerede ve ne zaman olduğunu saptamış olsun. bu durumda bir matematiksel dönüşümle aynı olayın diğer gözlemciye göre yer ve zamanı bunlar cinsinden elde ediliyor. bu dönüşümün en önemli özelliği zamanın göreli olması. örneğin iki olay arasında geçen zamanı her iki gözlemci daha farklı buluyor. bu, newton’un öne sürdüğü “mutlak zaman” kavramının yıkılması demek. yani her yerde aynı işleyen, herkes için aynı bir zamandan söz edemiyoruz. zamandan bahsederken, bunun hangi gözlemcinin saatine göre olduğunu söylemek zorundayız.
“zamanın genleşmesi”:
bize göre sabit hızla ilerleyen bir aracın içindeki bütün saatler bizimkilerden daha yavaş işler. bu ancak aracın hızı ışık hızına çok yakınsa belirgin hale gelen bir etki. örneğin, ses hızının iki kat üstünde uçan bir jet uçağındaki saatler, uçak böylece bir yıl uçtuktan sonra bile ancak saniyenin on binde biri kadar geri kalıyor. fakat eğer bu uçak 0,9c hızına erişebilseydi, o zaman uçaktaki saatler yaklaşık iki kat daha yavaş çalışlacaktı.
görelilik kuramının en önemli sonuçlarından birisi de ışığın boşluktaki hızının hiçbir şekilde aşılamayacağını söylemesi. bu nedenle, en yakın yıldızları bir gün ziyaret etme planlarımız büyük
engellerle karşılaşıyor.
(...)
mantık yürütmelerden bir tanesi şöyle: duran bir cismi iterek hızlandırmak ve böylece ışık hızını geçmek istediğimizi düşünelim. cismi iterken ona bir miktar enerji aktarırız. sadece hareketinden
dolayı cismin sahip olduğu bu enerjiye biz “kinetik enerji” diyoruz. einstein’ın ünlü enerjinin kütleye özdeşliği bağlantısı (e=mc 2) uyarınca bu kinetik enerji aynı zamanda kütle işlevi görecektir. yani cismi iterek, toplam kütlesinin artmasına neden oluyoruz. bu gerçek bir etki. eğer tartabilseydik, cismin daha ağır olduğunu görebilirdik. fakat, kütle artması etkisini cismi iten kişi hisseder. daha kütleli olduğu için, cisim artık daha zor hızlanacaktır. böylece hızını aynı miktar artırmak için cisme daha fazla enerji aktarmamız gerekir. bu da kütlesinin daha da fazla artmasına neden olacaktır. bu şekilde devam ettiğimizde, cisim ışık hızına yakın hızlara yaklaştığında kütlesi inanılmaz boyutlara ulaşır. özellikle cisim, tam olarak ışık hızına erişirse sonsuz kütlesi yani sonsuz enerjisi olması gerekir. görebildiğimiz evrende bile ancak sonlu miktarda enerji olduğu için, cisme bu enerjiyi verebilmek dolayısıyla ışık hızına erişmek imkansızdır. dolayısıyla bütün cisimler ışıktan yavaş hareket etmeli. cisimlerin ışık hızında veya daha hızlı gitme olasılıkları yok.
(sadi turgut – odtü fizik bölümü)
[2005- şubat - özel görelilik]

apt3

evrenin yapısı ve geleceği kadar, onu oluşturan madde de fizikçilerin gündeminden çıkmıyor. kamplardan biri, standart model’in boşluklarını doldurmak için umutlarını, maddeye kütle kazandıran higgs parçacığına bağlamış. gene bu parçacık aracılığıyla doğadaki temel kuvvetlerin özdeşleştirilebileceğinden umutlu. kimiyse, bu parçacıkların, çok daha küçük, uzay zamanı dolduran sicimlerin titreşimlerinin bir biçimi olduğunu savunuyor. evrenle ilgili daha radikal bir önermeyse, evrenin, bizim algıladığımız üç uzay boyutu ve bir zaman boyutuyla varolamayacağı. çok boyutlu bir evren, fizik dünyasının kapalı son kapılarını da açacak bir anahtar olarak benimsenmiş görünüyor. aslında son yıllar, evrenbilimcilerin ve parçacık fizikçilerinin, kütleçekimi araştırmalarında en cüretli önermelerine ve bunlar üzerinde yoğun çalışmalara tanık oldu. özetle, düşünce, tanıdığımız 3 boyutlu genişleyen evrenimizi, çok daha büyük ölçülerde olabilecek daha fazla boyuttan oluşan bir uzay-zaman içinde gezinen üç boyutlu bir zar olarak tanımlamak. bu zarlar, beş farklı sicim kuramını birleştiren ve 10 yerine 11 boyutlu bir evren resmi ortaya koyan "m kuramı"nın öngördüğü, üç boyutlu topakçıklar. düşüncenin tutarlı olup olmadığı konusu henüz havada. ancak sicim kuramındaki göz alıcı ilerlemeler, bir zamanlar deli saçması sayılabilecek düşünceleri son derece doğallaştırıyor.
(...)
süpersicim kuramına göreyse, evrenimiz uzay-zamanda sürekli titreşen çok küçük uzamış cisimlerden oluşuyor. bu titreşimler, tıpkı bir gitar telinin belirli bir düzende (doğal frekanslarında) titreşmesinin değişik notalar üretmesi gibi, değişik "parçacıklara", bunların kütlelerine, elektrik yükleri vb. gibi özelliklerine karşılık geliyor. ancak, sicimin üzerindeki gerilim, bir gitar telinin üzerindeki gerilimle karşılaştırılamayacak kadar büyük. peki ne kadar büyük? bir sicimin enerjisi, bir gitar ya da piyano telinde olduğu gibi titreşiminin şiddetine bağlı. sicim kuramcıları joel scherk ve john schwarz, bunu ilginç bir yolla hesaplamışlar. bir sicimin, “sıfır kütleli" olarak tanımlanan ve kütleçekim kuvvetini ilettiği varsayılan graviton modu için titreşimiyle taşıdığı kuvvetin, sicimin gerilimiyle ters orantılı olduğunu buldular. graviton’un taşıdığı kütleçekimi, uzak erimli olmasına karşın son derece zayıf bir kuvvet. bu durumda, gerilim çok büyük olmalı. gerçekten de yapılan hesaplara göre bir sicimin graviton modunda titreşmesi için gereken gerginlik, 10 üzeri 39 ton. kuramcılar bunu "planck gerilimi" olarak adlandırıyorlar.
bu muazzam gerilimin de önemli üç sonucu oluyor: birincisi, sicimlerin biçimiyle ilgili. sicimler, gitar teli gibi iki ucundan sabit bir yere bağlanarak gerilmiş değiller. uzay-zamanda serbest biçimde bulunduklarından bu muazzam gerilim, onların kendi üstlerine doğru bükülerek son derece küçük halkalar haline gelmelerine yol açıyor.
ikinci sonuç, sicimlerin enerjisiyle ilgili. olağanüstü gerilim nedeniyle bir sicimin enerjisi de olağanüstü büyük. einstein’ın ünlü denklemine göre aslında enerjiyle kütle özdeş olduğundan, bu durumda farklı frekanslara karşılık gelen "parçacık kütleleri" de çok büyük olmalı. bu durumda, minimum sicim enerjisi olan planck enerjisini, minimum kütleye çevirdiğinizde, protonun 10 üzeri 19 katı bir kütle elde ediyorsunuz ki, bu, havada uçuşan bir toz zerreciği, ya da bir araya gelmiş bir milyon bakteri kadar bir şey. üstelik evrendeki tüm parçacıklar, bu “minimum kütle"nin tam sayı katlarından oluşuyor. peki bu durumda sicim kuramı, standart model’de bulunan ve kütleleri deneylerle doğrulanmış olan temel parçacık kütleleriyle nasıl bağdaşıyor? şöyle: kuantum mekaniğinin ünlü belirsizlik ilkesi uyarınca, uzay-zamanda hiçbir cisim tam olarak hareketsiz bulunamaz. bu "kuantum titreşimler", sicimler için de geçerli. işte bu titreşimlerdeki farklı büyüklükler, birbirlerini yok edebiliyor. üstelik kuantum mekaniği, sicimlerin kuantum titreşimlerinin enerjisinin negatif olmasını gerekli kılıyor. bu negatif enerji de, sicimlerin toplam enerjisinin, aşağı yukarı planck enerjisi kadar bir bölümünü yok ediyor ve artakalan enerji de standart model’deki parçacıkların özelliklerini oluşturuyor.
sicimlerin geriliminin yarattığı üçüncü sonuç, sonsuz çeşitlilikte titreşim biçimi olabileceği. bunun da ussal sonucu, sonsuz çeşitlilikte "parçacık" olması gerektiği. oysa standart model’deki parçacık envanteri oldukça sınırlı. sicim kuramı bu durumu şöyle açıklıyor: sicimin olağanüstü gerilimi, yalnızca birkaçı dışında, titreşimlere karşılık gelen parçacıkların son derece ağır olmasını gerektiriyor. geriye kalan birkaç hafif parçaysa en zayıf titreşimlere karşılık gelen ve enerjilerinin çoğu az önce gördüğümüz nedenle yok olmuş parçalar. çoğunluğu oluşturan ağır parçacıklardan söz ederkense, planck kütlesinden daha ağır parçacıklar kastediliyor. ancak bunların saptanabilmesi için günümüzdeki parçacık hızlandırıcılarının erişebildiğinden 1 katrilyon kat daha yüksek enerji düzeyleri gerekli. kuramcılar, bu düzeylerin evreni oluşturan büyük patlama’dan hemen sonra, saniyenin çok küçük kesirlerinde varolmuş muazzam sıcaklıklarda oluştuğuna ve bu parçacıklardan çok sayıda ortaya çıktığına inanıyorlar. ancak evren hızla genişleyip soğudukça, bu ağır ve kararsız parçacıkların gittikçe bozunarak en sonunda bizim tanıdığımız, görece hafif parçacıkları oluşturduğu düşünülüyor.
(...) [2000- şubat - sicimlerle yeni evrenler]

elegant universe bölüm 1:


elegant universe bölüm 2:


elegant universe bölüm 3:


bbc horizon - paralel evrenler:

BBC | Horizon - Paralel Evrenler paylaşan: BelgeselGunlugu


ayrıca:
kesinlikle görülmeli ("manual" şekilde takip etmeni tavsiye ederim): secret worlds: the universe within
m teorisi - wikipedia

görseller:
mrbergstrom -parallel universe
jcgepte - parallel universe
beksinski
andrew ek
jeremy geddes
nasa - space colony art

devamını göster

06 Mart 2010

tam bilmediklerim

şeyler, şu ortalıkta gördüğün, ayağına dolanan veya kucakladığın, güzel haberler, kayboldu sanılmışken kapının ardında buluverdiklerin, sabah seni uyandıran alarm, birinin omzundan itmesi, çakmağın rengi, kulağına çarpan müzik, burnundaki sümük, aklına ne geliyorsa artık, en başta aklın, beynin, eldivenlerin, durduk yere ortada hiçbir şey yokken başlayan yağmur, sabahın köründe uyanır uyanmaz göğsüne oturan, seni gün boyunca kovalayan geçmişinden bir gün, işte bir şeyler...
çoğunlukla en büyük insani yeterlilik bakmak; parmaklara bakmak ya da tırnaklara, yere, duvara, birinin kımıldayıp duran yüzüne, hep aynı bir kelimeye, bir kumaş parçasına ya da belki sadece akan suya bakmak. tam da o anda beliren bir ilkokul arkadaşı konuşur, bakmak ve görmek der, ya da öyle bir şey. doğru: boş konuşma, anlamsız, evet görmek ya da bakmak dersin, gönlünü kırmamak için onun, çünkü ne yapsa ne söylese bakılacak bir şeydir kendisi, iyi ki bunu bilmez. çünkü çoğunlukla en büyük yeterlilik, bakmaktır, diğer her şey bakılacak şey olmanın dışında bir anlam ifade etmediğinden...
***
günü tüyle okşayabilirsin, belki gıdıklanır, biraz gün ışığı yansır. güne tekme tokat da girişebilirsin, günü bir kenara çekip tehdit edebilirsin, güne balta sallayabileceğin gibi günü anasından doğduğuna pişman edebilirsin. gün tüm yapabileceklerine hazırlıklıdır. sabah erkenden kalkar, saçlarını tarar, aynanın karşısında kaşlarını tükürüğüyle ıslattığı parmaklarıyla düzleştirir. günün kaşları uzundur çünkü gün yaşlıdır, gözleri küçüktür ve parmakları titrer.
çoğunlukla en büyük insani yeterlilik suya parmakları daldırmaktır. suya parmaklarını daldırmakla suyla beraber akmayacağın kesindir. zaten kimse istemez akıp gitmeyi; sadece akıp gidene bir şekilde dokunmak ister: bir pazar günü süzülür parmaklarının arasından, ağaçların altında bol kahkahalı bir kahvaltıdır, asfaltta sürüklenen bir motorsikletli bile daha sonra katılmıştır çay muhabbetine, kolları bacakları kan içinde. bir cumartesi gecesi çarpar parmaklara, bir dolu tahta merdiven bir dolu taş merivene karışır. daha sonra alkol, bolca içki, sigara parmaklarının arasından geçer. çünkü çoğunlukla en büyük yeterlilik, parmakları suya daldırmaktır, tüm günler geçip giderken...
***
durmanın bin şekli var. ve evet, durmak yorar. durdun diye iterler seni, içinden geçmeyi beceremediklerinden. oysa tam o doğru zamanda durmayı seçersin, durup bakarsın geçenlere. belki bir tek adım daha atmaya gerek kalmamıştır çünkü sen yürüdükçe ardından geçip gittiğini bildiğin taş devri pencereleri sen durduğunda da geçip gidiyordur. çok basit bir zihinsel işlem sana sonucu verecektir: sürekli ayaklarımı hareket ettiriyorum oysa olan biten belli: arkamdan pencereler geçip duruyor!
çoğunlukla en büyük insani yeterlilik öylece durmaktır. yürürken öylesine durabilirsin, ya da yatağından çıkmazsın ya da kapısı önünde açılıveren asansöre kayıtsız kalırsın ama en güzeli asfalta yatmaktır. durup yıldızlara ya da gece lambasına bakarsın, günler üzerinden geçmeye başlar, gülen dostların kollarına yapışır, seni kaldırmak ve yatağına uzanan yola sokmak isterler ama sen asfalttan ayrılmak istemezsin. daha fazla huzur veren bir şey olmadı bana, dersin, yüzünde bir gülümsemeyle, siz de yatın lan! çünkü çoğunlukla en büyük yeterlilik, günler tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali geçip giderken asfaltta öylece yatmaktır.
***
hep bir şeyi beklersin, günün güzel geçmesini, onun sana gülmesini, suyun kaynamasını, şarkının bitmesini, ölümünün üzüntü vermemesini ("birinin ölümüne üzülmek, onun için farklı (başka) bir ölüm tasarlamandandır" gibi bir şey demişti kambur), askerliğin bitmesini, ömründen saatler geçmesini, saçlarının dökülmesini, kulaklarının, burnunun ve penisinin uzamasını, cümlenin bitmesini...
çoğunlukla en büyük insani yeterlilik, beklerken bakmak, olduğun yerde biraz olsun durmak, parmaklarını suya daldırmaktır. çünkü evren senin ya gözyaşı dökmeni ya da kahkaha atmanı bekler, başka da bir şey değil! çünkü evren biraz önce omzuna dokunan ama hızla arkanı döndüğünde tıpkı bir duvar saati ya da boktan ucuz bir dağ orman manzarası fotoğrafından ibaret bir duvar kağıdı gibi görünen bir fırlamadır.
tüm araştırmalar ve deneyler gösterir ki insan da az fırlama değildir. ama her şeyi unutur.

tüm görseller: daniel arsham

devamını göster

01 Mart 2010

70 milyon

amerikalı "hold your horses!" isimli grubun, "70 million" şarkısının videosu şahane. tüm diyeceğim bu aslında, bir dolu şey anlatıp, asıl söylemek istediğimi en sona yazmaktansa en baştan söyleyim kurtulayım dedim. bak gör, gereksiz bir dolu şey yazacağım bundan sonrasında. bu dahil. (çok sevimsiz olabiliyor kelime oyunları. şu tüm atinalılar yalancıdır, diyen atinalı muhabbeti gibi. aman yahu. vaaay, dur, haha, tamam anladım, sonuç?) 

tüm dengemi bozan, hemen yandaki kahlo abi. kahlo'lası herif! yuh, gerçekten dengemi bozmuş! kahlo denen kadın hem çirkin hem de bıyıklılıkta ısrarlı bir kişiydi zaten de, yani bu nedir yahu? belki başka zaman bu kadar komik gelmezdi, bilemiyorum ama bugün çok güldürdü beni bu arkadaş(lar). 

videoda marat'ı görmek güzel ama gözüm american gothic'in de bir yorumunu aradı. yok ama, yapmamışlar american gothic canlandırması. sırf bu yüzden mükemmel bir çalışma diyemiyorum, çok eğlenceli üstelik müzik de fena değil deyip geçiyorum.

 

 şimdi hep beraber (derdimiz neyse)arkamıza yaslanıp , bu eğlenceli videoyu izleyelim:

devamını göster