05 Ekim 2012

borderlands

borderlands, ganimet bulma merkezli bir oyun; tüm karakter geliştirme, görev tamamlama, vurdu kırdı daha iyi silah, zırh ya da güç bulmaya hizmet ediyor.
oyun, fallout serisi (ve aslında çok sıkıcı ve tekdüze bir borderlands çakması olan rage ) ile karşılaştırılabilir. ıssız, uçsuz bucaksız araziler, yok olmuş şehirler, oyunda ilerledikçe karakterleri geliştirme ve benzeri şeylerden dolayı... oysa çok ama çok farklı oyunlar bunlar. şöyle bir benzetme doğru olabilir:  fallout edebi diyebileceğin bir kitap gibiyken borderlands parlak kağıtlı bir çizgiromandır. onu tuvalette bile tekrar tekrar okuyabilirsin, üzerine düşünmezsin. (rage ise, bu çizgiromanın "daha güzel çizilmeye çalışılmış" kötü bir takipçisidir.)   
bir oyun olmaları bakımından da farklılıklar vardır. örneğin, fallout'ta karakter öldürülürse oyun biter ve son kayıt noktasından itibaren yeniden oyuna başlanır. borderlands'de ise, ölmeden hemen önce edindiğin şeyler (silah, mermi vs) yok olmaz. sadece toplam paranın %7 oranında bir bedel harcanır ve oyun alanına dönülür. bu fark şunu gösterir: borderlands daha az gerçekçilik, daha çok "oyun" barındırır.
borderlands, "görevleri tamamladım bitti" demenin zor olduğu bir oyundur. bir görev nedeniyle bir yerde mücadele edilen devasa güçlü düşmanlarla (boss'larla), görev tamamlanmış olmasına rağmen aynı yerde tekrar tekrar karşılaşma olanağı vardır örneğin. (hepsiyle olmasa da çoğuyla...)
ekşi sözlükte şöyle yorumlar var ilk borderlands ile ilgili: "son zamanlarda oynadığım en iyi oyunlardan birisi. lvl 37 sniper olarak bitirdim", "level 35 olarak oyunu bitirdim. bütün yan görevler %99 falan bitti. 30 saat civarı oynamışım.", "hunter ile singel player olarak 35. levelde bitirdiğim oyun. görev kalmayınca da oynamanın bir anlamı kalmadığı için artık oynamıyorum. level kasmanın da bir anlamı yok."
çok net konuşayım: bu arkadaşlar oyunu çok yanlış (ya da farklı) anlamış ve bence çok şey kaçırmış!
borderlands iki turdan oluşur. ilk turda ana görevleri (ve tabii istenirse yan görevleri) bitirdiğinde güzel bir müzik eşliğinde yazılar geçer. biten şey oyun değil, senaryodur. ilk tur, ikinci tura yani oyun içindeki tabir ile, "asıl oyuna" hazırlık gibidir. gezi turu desem yeridir hani!
ikinci turda tüm senaryo en baştan başlar. karakterin düzeyi (30-40 level) tüm güçleri, silahları vs yanındadır ve artık tüm düşmanlar çok daha güçlü ve çeşitlidir. üç gelen beş gelir yetmezmiş gibi taşaklı olanlar da meydana çıkar.
ikinci turun ana öyküsü de tamamlandıktan sonra artık 65-69 level aralığındasındır ( bundan sonrası "playthrough 2.5" diye adlandırılıyor) ve kallavi olanlar senden iki üç level daha güçlü, kalan tüm düşmanlar en az senin düzeyindedir.


(borderlands - mad moxxi's underdome eklentisinden, yaklaşık 3 saat sürmüş bir oyunun, her biri beş akından oluşan son iki raundu. oyuna yalnız başladım ve onuncu raunddan itibaren diğer insanlar dahil oldular. yanlış hatırlamıyorsam, son sekiz raund bu videodaki dörtlü vardı.)



tüm o oyun sürecini, ikinci, üçüncü ve artık delirmişsen dördüncü karakterinle tekrar tekrar oynarsan (çünkü her karakterin oyun keyfi farklı olabiliyor) yaklaşık 600-700 saat borderlands oynayabilirsin demektir.
neyse, sonuç olarak şöyle bir oynama planı çizebilirim:
-tur bir: tüm görevler ve 4 eklenti paketindeki tüm görevler (ikinci tura yüksek level ile başlanmak isteniyorsa. yoksa sadece asıl oyunun ana görevleri de tamamlanabilir)
-tur iki: sadece ana görevler.
-tur iki buçuk: yan görevler ve 4 eklenti paketi. ("the secret armory of general knoxx" paketi istisna: onda da öncelikle onun ana görevini bitrmek gerek; düşmanlar sonrasında güçlenir)
tüm bunları başka oyuncularla beraber yapmak ise, oyunun zevkini ve zorluğunu, katılan oyuncu sayısı kadar katlar. işin aslı, borderlands olabildiğince çok kişiyle oynanması gereken bir oyundur. evet abartmayı seviyorum: yalnız başına oynanan borderlands, araç kullanmadan oynanan gta gibi bir şeydir. işte bu kadar!



borderlands 2, ilk oyunun eksiklerini kapattığı gibi, üzerine tonlarca güzellik koymuş. oyun alanları, mekanlar incelikle tasarlanmış. renkler ve ışık-gölge olayları şahane. nvidia nanesi physX ile etkileyici bir fark yaratılmış. karakterler (eski ve yeni yüzler) bomba gibi. özellikle claptrap kahkaha attırdı bana bazı yerlerde. tamam ganimet kapma-bulma merkezli  ancak bu, görevlerin sıkıcı ve tekdüze olmasını gerektirmez: ilk oyuna göre görevler çok daha çeşitli ve eğlenceli. müzikler ve müziklerin kullanımı önceki oyun kadar güzel. özellikle "lynchwood" haritasında zirve yapan, daha çok western tınıları barındıran müzikler ilk oyundaki gibi jesper kyd, cris velasco - sascha dikiciyan ve raison varner imzalı. şu şöyle bu böyle diye daha fazla saymak gerekmiyor; borderlands 2 on numara bir oyun.



yine de üzerine konuşulabilecek şeyler var tabii:
-bir karakterden diğerine malzeme transfer edilebiliyor. yani komando karakteriyle oynarken siren karakterinin kullanabileceği bir nane bulduğunda "tüh lan!" demiyorsun; düşünmeden alıyorsun ve ortak kullanıma açık yerlerden birine, daha sonra siren karakterinle oynarken almak üzere koyuyorsun.

-bazı düşmanların bazı elemental silahlara karşı dayanıklığı vardır oyunda. artık onlara uygun olmayan silah ile ateş edildiğinde, düşmanın üzerinde sayılarla beraber uyarılar da patlıyor.

-ulaşım araçlarının fiziksel gerçeklikleri ve çıkardıkları sesler eski oyunla kıyaslanmayacak kadar iyi. artık araçla düşmanların üzerinden ütüyle geçer gibi geçilemiyor. çarpma hissi çok daha gerçekçi ve düşman iri ise öylece kalıyor araç. çarptığın şeyin bir süre sersemlemesi gibi detaylar tüm bunları daha da zenginleştiriyor.

-kumar makineleri, "tonla para biriktirdim ne olacak bunca para" derdine güzel bir çözüm olmuş. ama bir tane bile turuncu silah düşürebilmişliğim yok; çok param gitti çok, bu kumar illetine.

-tur sistemi ilk oyundaki gibi; ismi değişmiş ama. ilk tur "normal mode" diye, ikinci tur "true vault hunter mode" diye geçiyor. yukarıda örneklediğim plana benzer oynanırsa, yani ikinci tur, olabildiğince yan görevlere bulaşmadan bitirilirse, ikinci turun finalinden sonra kalan yan görevlerin çoğu, çok daha zevkli (zor) oluyor.

-arada sırada steam forumlarını takip etmekte fayda var. olası teknik sıkıntıları aşmak yanında, arada sırada sınırlı süreler için geçerli olan "golden key" kodları yayınlanabiliyor. golden key nanesinin pek bir numarası da yok aslında, ya da ben şanssızdım, iki ya da üç kere kullandım ancak çok da etkileyici şeyle karşılaşmadım.




-mad moxxi, eğer yeterince bahşiş bırakılırsa (ne kadarının yeterince olduğunu bilmiyorum, ona moxxi karar veriyor sanırım), "miss moxxi's good touch" veya "miss moxxi's bad touch" isimli smg silahları hediye ediyor. birisi ateşle kavuran diğeri kimyasallarla çürüten bu iki silah için arada sırada moxxi'yi bahşiş yağmuruna tutmakta fayda var.

-eridium zımbırtıları, earl'ün elindeki her şey satın alındıktan sonra bir boka yaramıyor. bu saçma durumu daha sonra düzelteceklerini umuyorum. bir vatandaşın aklına güzel bir fikir gelmiş, aynı zamanda crazy earl'e ekmek kapısı açabilecek bir şey; golden key satın alınsın aynı yerden diye bir fikir.

-terramorphous isimli "you. will. die. (seriously)" görevinin canavarı oyundaki en pislik yaratıklardan biri. onu alt edebilmek için yürekli ya da yetenekli olmak yetmiyor, biraz üste başa dikkat etmek, etkili silahlar bulmak gerekiyor. silah, bir pompalı tüfek; ismi "conference call". bu silahı elde edebilmek için lav denizindeki devasa warrior'u pataklamak gerekiyor; belki defalarca...
silah edindikten sonra, terramorphous için giyinip kuşanmak gerek. işte "the bee" isimli zırh bu sorunun çözümü. kelebek gibi uçarım (çünkü zırh kapasitesi diğer zırhlara göre oldukça düşük) ama arı gibi sokarım (tam şarj halinde iken ateş edildiğinde vuruş gücünü çok yüksek derecelerde artırıyor) dedirten "the bee", arid nexus - boneyard bölgesinde. bölgeye varıldığında tam karşıda görülebilen radyo kulesinde "hunter hellquist" isimli vatandaş bulunuyor. işte "the bee" ondan düşüyor. (% 3.5 oranıyla! evet, defalarca denemek gerekebilir.)
önemli nokta şu: "this just in" yan görevini yapmış olmak gerekiyor. işin aslı "the bee" diye bir zırh olduğundan haberim bile yoktu, bu görevi yaptım ve hunter hellquist'ten (şans işte) bu zırh geldi. yani o görevi yapmış da olabilirsin, ancak zırh düşmemiştir ve bir beklentin olmadığından geçip gitmişsindir.
uygun silah ve zırh ile karşısına çıkılınca terramorphous sineğe dönüşmüyor elbette ancak işler eskisine göre çok ama çok kolaylaşıyor. [edit: "bee" zırhı bir güncelleme ile elden geçirildi ve c.call silahı ile olan etkisi epey bir düştü.]



-senaryo gereği karşılaşılan belirli karakterlerle (warrior, hunter hellquist, scorch vs) ilk defa karşılaşıldığında kıymetli şeylerin düşme olasılığı, daha sonraki karşılaşmalardan çok daha yüksek. örneğin warrior, tek başına da oynanıyor olsa, senaryo gereği ilk karşılaşmada mutlaka turuncu silah bırakıyor. daha sonraki karşılaşmalarda bu oran çok ama çok fazla düşüyor. eğer belirli bir şeyi edinmeyi takıntı haline getirmişsen, işi  kolaylaştıracak bir yöntem var. bunun için oyuna yeni bir karakterle en baştan başlamak da gerekebilir. yöntem şöyle: ilk karşılaşma sırasında oyun kaydediliyor ve oyundan çıkılıyor. kayıt dosyalarının bulunduğu klasöre gidiliyor (documents\my games\borderlands 2\willowgame\savedata) ve o karakterin save belgesi her ihtimale kadıköy yedekleniyor. daha sonra kayıt belgesi aynı klasörde kopyalanıyor ve ismi örneğin "warrior" olarak değiştiriliyor. şimdi her başlatıldığında warrior ile karşılaşma noktasında başlayacak bir kayıt belgemiz var. bu da kopyalanıp, aynı klasörde 5, 10, 20 artık ne kadar isteniyorsa ctrl+v ile çoğaltılıyor. diyelim ki oynanan karakterin save belgesinin ismi "save0004"; işte bu onlarca warrior belgesini "save0005", "save0006" vs diye tek tek numaralandırmak gerekiyor. tabii dikkat etmek gerek "save00010" değil "save0010" şeklinde yazılmalı. artık oyun tekrar başlatıldığında karakter seçme bölümünde kaç kopya oluşturulmuşsa o kadar seçenek görülecek. bunların hepsi de aynı noktada: warrior ile ilk karşılaşma öncesinde. biri olmazsa diğerinde mutlaka istenilen kıymetli silaha ya da zırha artık neyse işte ona ulaşma şansı epey yüksek. warrior ile sıfırdan tekrar kapışmayı denemeden önce elde edilen şeyi saklamak için ise sanctuary'de bir claptrap kıyağı olan dolabı kullanmak yeterli.
bu yöntemin, (oyunun finalini gösterdiğini öncelikle belirtmek isterim) bir görüntülü anlatımı var; asıl konuya (07:20) itibariyle giriyor...
hem hile sevmiyorum diyorum hem de hile arayışlarına giriyorum bu arada! ancak bu tam bir hile sayılmaz bence, yani tamam hile demek işleri kolaylaştırmak demektir ancak bu sadece şansı çoğaltmak! üstelik kumar makinesinden sürekli kıymetli şeyler gelmesi için hile yapmak gibi de değil; yeni temiz bir başlangıç sadece. evet, öyle olsa gerek, hehe...



-daha önce de söylediğim gibi, borderlands diğer insanlarla beraber oynandığında daha fazla düşman ve yaratık çeşitliliği gösterdiğinden dolayı epeyce zorlaşan ve çok daha fazla keyif veren bir yapıya sahip. tamam daha zor, daha eğlenceli olsun ama başka insanlarla oynamak istemiyorum ya da oynama durumunda değilim diyebilir insan. işte bu tür dertleri çözmek için küçük bir yazılım var. "4-player difficulty tool" isimli bu nane ile yalnız başına oynadığın halde, iki, üç ya da dört kişiyle oynuyormuşçasına zorlaştırabiliyorsun oyunu. iki kişi neyse de dört kişi ayarına getirdiğinde gerçekten kaçacak delik arayabilirsin. dört kişinin yapacağını tek başına yaparım demek kolay elbette!
bu naneyi kullanmak oldukça basit: öncelikle oyuna normal bir şekilde giriş yapılıyor (yani haritaya karakter  ışınlanıyor çünkü oynamaya başlamadan çalışmıyor bu zımbırtı)  ve alt+tab ile masaüstüne dönülüyor. program başlatılıyor ve tarama (scan) yapılıyor. bu tarama işi çok kısa bir süre içinde tamamlandıktan sonra 2 ve 4 arası değer belirleniyor. oyuna döndüğünde artık daha zor bir dünyada bulunduğunu kısa süre içinde anlıyorsun.
bunca zorluğun karşılığında bulduğun şeyler de çeşitleniyor elbette ancak ben çok da büyük bir fark göremedim doğrusu.
bu arada bu programı sadece borderlands için kullan ve işin bitince mutlaka kapat. tabii eğer başka online oyunlar da oynuyorsan. çünkü bazı (team fortress 2 gibi) oyunların bu programdan dolayı seni hile yapmakla suçlaması ve cezalandırması mümkünmüş. bunun haricinde programın bir sıkıntısı yokmuş.

-sanctuary'de michael mamaril isimli karakter her karşılaşıldığında değerli bir şey veriyor. arada sırada, belirli yerlerde görülebilen bu karakterin ilginç ve üzüntü verebilecek bir öyküsü var. borderlands 2 yayınlanmadan çok daha önce, bir vatandaş gearbox'a ulaşıyor. çok büyük bir borderlands hayranı olan yakın arkadaşı michael john mamaril'in 22 yaşında kanser hastalığı sonucunda öldüğünü anlatıyor ve claptrap'ten, michael'ın anısını yaşatma adına bir konuşma istiyor. gearbox bu isteği gerçekleştiriyor ve bununla yetinmeyip michael'a borderlands 2'de bir npc olarak yer veriyor. michael ile, dr.zed'in, marcus'un ve moxxi'nin mekanlarında; meydandaki haber standının yanında; crazy earl'in kapısı civarında; crimson raider merkezinde (toplamda 10 farklı yerde) karşılaşabilirsin.

-oyunda üç beş tane "konuşan" silah var. bunların arasında "bane" isimli bir silah var ki, ondan daha fazla rahatsız edici, gıcık bir silah tasarımı ne film ne oyun dünyasına gelmiştir! aşağıdaki videoyu izleyince ne demek istediğim gayet net anlaşılacaktır. bu silah aslında oldukça güçlü ve etkili bir silah ancak bu artısına karşılık dediğim gibi rahatsız edicilikte en üst düzeyde. dört oyuncuda da bu silah olduğunu düşünüyorum da, tımarhaneye dönerdi sanırım ortalık. işte bu nedenle, bu silahı seçtiğinde hareket etme yeteneği epeyce bir düşürülmüş; yürümek istediğinde sürünüyor gibi oluyorsun.



-"vermivorous the invincible"
bu yaratığın ismini duymuştum ancak sıra daha ona gelmediği için (hehehe) henüz arayışa başlamamıştım. multiplayer oyun listesine bakarken, bu yaratığın ismini kullanıcı ismi yapmış bir arkadaş dikkatimi çekti ve onun oyununa dahil oldum.
varkid denilen iri sineklerle cebelleşiyordu. "aha sinek, öldür!" dürtüsüyle üç beşini öldürdüm ancak sonra farkettim ki bu arkadaş sinekleri öldürmüyordu. dur bakalım ne yapıyor dedim ve izlemeye başladım.
varkid isimli bu sinekler, tıpkı goliath gibi, level atlayan bir canlı. bunun için, bir balon gibi büyüyen, turuncu bir kozaya kapatıyor kendini kısa bir süre için. kozadan hem level atlamış, hem kat be kat büyümüş hem de en uç düzeyde şerefsizleşmiş bir halde çıkıyor. beş defa bu işi yapabilen varkid ise "vermivorous the invincible" namıyla devasa bir yaratık oluyor!
işte oyununa katıldığım arkadaş da, sinekleri bu nedenle öldürmüyormuş. onların level atlamasını istiyor ki devasa yaratık ile karşılaşabilsin. yaklaşık bir saat, olayı kavrayana kadar (tıpkı benim gibi) önüne çıkanı öldüren iki arkadaşın da eklenmesi ile toplamda dört kişi uğraştık durduk bu sineklerin level atlaması için. daha sonra araştırıp, uygulayıp öğrendiğim üzere, aslında tamamen rastlantısal gerçekleşen bu seviye atlama işi için "yakıcı silah kullanmak gerekiyor", "çok az canı kalana kadar ateş etmek gerekiyor", şu gerekiyor bu gerekiyor diye bir sürü şey denedik, düşündük ancak son seviyeyi, sineğin en devasa ve pislik halini bir türlü göremedik. benden pes deyip çıktım oyundan...
"vermivorous the invincible" ile ilgili ilk bilinmesi gereken şey, bu yaratığı yalnız başına oynayarak görme şansının çok düşük -hatta bazılarınca sıfır- olması. diğer önemli şey ise, bu yaratık, tüm oyunda karşına çıkan tüm düşmanlar arasında, öldürülmesi en zor olanı.
daha üçüncü level (badass) düzeyindeyken bile, fallout new vegas'ın en taşaklı cazador'u kadar sinir bozucu ve ölümcül olmayı başaran bu yaratığın dördüncü level (super badass) düzeyine ulaştıktan sonra karşısında sağ kalman çok zor. ki daha sonra iki level daha atlayacağı ve defalarca büyüyeceği de göz önüne alınacak olursa, "neden tek başına oynarken görülmüyor?" sorusu cevaplanmış olur.
aynı amaçla bir araya gelmiş sabırlı dört kişinin organize olması gerek ancak ben buna rağmen bu yaratığı derhal görmek ve kafa derisiyle kemerimi süslemek için işe koyuldum. defalarca denememe karşın en fazla "super badass" seviyesinde (ya da bir sonraki seviyede; tam hatırlamıyorum) kalıyorlardı ki o bile çok nadir gerçekleşiyordu. derken aklıma yukarıda bahsettiğim "4-player difficulty tool" nanesini kullanmak geldi. tek başına, zaten normalde ölümcül olan bu yaratıkları, neredeyse dört kat daha güçlenmiş olarak karşılamak olanaksız; tek yol vur kaç yapmak bunun için de, güvenli bir kaçış noktasına yakın olmak gerekiyor. bu durumda en uygun yer, "tundra express - farmhouse" noktası. o bölgeye ışınlanıp, tam da ışınlanılan bina içinden mücadele etmek.
"tundra express - farmhouse" için durum şöyle gelişiyor: bölgeye ışınlandıktan sonra binadan çıkıp, binanın önündeki alanda biraz koşup varkidler uyandırılıyor. 10 saniye içinde neredeyse hepsi "adult" seviyeye geçiyorlar. onlar badass seviyesine gelene kadar ortalıkta olmak gerekiyor. yine neredeyse hepsi badass oluyor ve artık işler kızışıyor. artık kulubeye girmek ve çok sıkıştırdıklarında merdiven boşluğuna (ya da belki başka bir güvenli noktaya) kaçmak iyi fikir! badass olanların iki ya da üç tanesi yaklaşık 30 saniye sonra "super badass" oluyor. bu arada onlardan sürekli saklanmamak gerekiyor, arada çıkıp ateş etmek, ilgilerinin azalmasını engellemek şart. yaklaşık 40 saniye sonra, super badass'lerin bir tanesi (belki iki tanesi ama üç değildir) "ultimate badass" oluyor. bu model varkidler genellikle uçuyorlar ve böcükten bombalar atıyorlar. yaklaşık iki dakika sonra ise, olacağı varsa o ultimate badass, supreme badass yani vermivorous oluyor. kısacası, ultimate badass'i gördüysen ve üç dört dakika geçmişse eğer üstüne, o dingil, vermivorous düzeyine erişmeyecek demektir. bundan sonra oyundan çıkıp yeniden başlayabilir ya da ortalıktaki tüm level atlamış ve artık level atlamayacak olan pislikleri temizleyip (ki bu epey zaman alıyor, bu esnada yeni varkidler ortaya çıkıyor) onlardan kalan ganimeti toplayabilirsin. örneğin -nadiren- adult varkid'den dönüşen chubby varkid, kıymetli (turuncu) şeyler bırakabiliyor. ayrıca, varkidlerle mücadele sırasında havadan ve yerden bir bandit saldırısı olduğunu, arada sırada yeni varkid sürülerinin de ortama eklendiğini söyleyebilirim.
ağa kendini gösterdikten sonra ise, tek başına mücadele etmek elbette çok ama çok zor hatta olanaksızla kol kola girmiş bir "zor"! zaten felaket sağlam (ölmek bilmiyor) ve kuvvetli olan üstelik ("4-player difficulty tool" kullanıldığı için) dört oyuncuya ayarlı olduğundan daha bir sağlam, daha bir kuvvetli olan bu yaratık, şüphesiz oyundan kaynaklanan bir hata yüzünden, içinde bulunduğun kulube ile bütünleşebiliyor. sana bir şey yapamıyor ancak sen ateş ettiğinde zarar görüyor. onu bu kusurdan yararlanarak öldürmede tek zorluk olabilecek şey, kurşun sayısı ve harcanan zaman. buna karşılık, böylesi karışık, her şeyin iç içe geçtiği bir yerde, canavarın ölmesinden sonra gelecek şeylerin tamamen erişilebilir olabileceğinden kuşkuluyum. ırmak gibi bir yerin üstünde öldürdüğüm bir düşmandan düşen ve bir an düşen şeyin rengini görüp "hop kıymetli lan bu!" dediğim şeyin, ırmağa düşer düşmez yok olması gibi! ya da warrior'un altında kalan, gördüğün ama alamadığın kıymetli şeyler gibi! oluyor bu tür şeyler...
yukarıda anlattığım tek kişilik yöntem bir yana, dört kişi beraber oynandığında çok heyecan ve keyif verici bir iş vermivorous çıkartmaca.
not: varkidler, caustic caverns ve tundra express bölgelerinde bulunuyor.









devamını göster

26 Eylül 2012

tekere çomak

yandaki basit çizimi görünce akla derhal "tekere çomak sokmak" deyimi geliyor doğal olarak. ilk iki kare tam olarak örtüşüyor bu deyimle. üçüncü kare ile bütünlük sağlandığında şunu demiş oluyor bu çizim: "insan, acı çekeceğini görebileceği halde, kendi tekerine çomak sokar." 
bu çizimi karikatüre yaklaştıran şey, hiçbir aklı başında insanın bu çizimdeki gibi davranmayacağını düşünmemizle ortaya çıkar; "salak yahu!" deriz, jackass programına yakışır bir davranış!
yine de şöyle düşün: diyelim ki çizimdeki kişi sensin, bir yolda bisikletinle ilerliyorsun, yolun iki yanında uçsuz bucaksız yeşil tarlalar var. elbette bir elinde de tıpkı çizimdeki gibi bir sopa var. o bisikleti o yolda sürmekten başka da bir işin, ihtiyacın yok diyelim. tüm evren bu çizim olsun işte; sana da bir ömür, ortalama 60 sene...
kimse de seninle iddialaşmış olmasın, yani "o sopayı tekere sokmadan ne kadar süre ilerleyebilirsin?" temalı bir yarışmaya katılmış falan değilsin. öylece bisiklet sürüyorsun elinde sopayla, tüm ömür boyu!
er ya da geç, belki 3 gün sonra belki 15 yıl sonra ama mutlaka bir gün, en aklı başında insan bile kendi tekerine çomak sokacaktır diye düşünüyorum. 
akla geldiğinde "ne yapsam yahu şu sopayla da rahatlasam?" sorusu, "başına bir iş açmadan fırlat at sopayı tarlaya, olsun bitsin!" gibisinden cevaplanabilir. ama bu, insanın kendi içindeki düşmana karşı geliştirdiği bir savunma olur en fazla; eğer sopadan hemen kurtulmazsam, bir gün mutlaka tellerin arasına sokmayı deneyeceğim, demek olur. yoksa sopa denilen şeyin varoluş nedeni, bir tekere çomak olmak mı?
ben asla öyle bir şey yapmam, bin yıl o yolda elimde sopayla bisiklet sürsem de yapmam da diyebilir birisi. büyük yalan: kimse görmez nasıl olsa diye gecenin karanlığını bekler ama yine de yapar! çünkü binlerce yıldır milyon kere ispatlanmıştır ki, insan sonuçlarını üç aşağı beş yukarı tahmin edebildiği halde kendine anlamsızca güvenir ve aklı ona öyle bir oyun oynar ki, tekere çomak soktuğunda hiçbir şey olmayacağına, çok zevk alacağına, önemsiz bir şey olacağına, tanrı ile karşılaşacağına, sıkıntısının geçeceğine ya da bir kuş olup uçacağına ve bunlar gibi binlerce şeye inanabilir. 
ancak ilk akla gelen doğrudur: düşecektir ve belki de bir daha kalkamayacaktır.  

çizimi şurada gördüm: twentytwowords.com

devamını göster

10 Temmuz 2012

murat palta ve "osmanlıda sinema"

murat palta'nın star wars yorumunu geçen sene bobiler'de görmüş ve yıllardan beri ilk defa odamın duvarına resim/poster asma isteği duyacak kadar hayran kalmıştım.
"star wars" yorumunun aldığı olumlu tepkiler üzerine benzer temada işler yapmaya karar veren murat palta, geçen seneden bu güne film koleksiyonunu olabildiğince genişletmiş.
her birini uzun uzun inceleyebileceğin bu koleksiyonda, "a clockwork orange", "alien", "goodfellas, "the godfather", "kill bill", "inception", "pulp fiction", "star wars", "the shining", "terminator 2", "scarface" filmlerinin minyatür yorumları bulunuyor.
sabırla ve incelikle ortaya çıkarılmış minyatürlerde, ele alınan filmlerin kilit sahneleri, mizahi denilebilecek açıklama metinleriyle bir araya getirilmiş.  insanı hayranlıkla gülümseten bu yorumlardan birkaçını yazının devamında; tamamını, detaylı örnekleriyle, çizerinin behance sayfasından görebilirsin.

 

devamını göster

18 Mayıs 2012

44 inch chest

tavsiye üzerine izlediğim ve bir iki saniye sonra üzerine laf edip, daha önce izlemediysen, izleme lezzetine az ya da çok balta vuracağım "44 inch chest", aşk, tutku, bağlılık ve intikam üzerine bir film. çok güzel bir açılış sahnesi var. filmin tamamı çok güzel aslında. hem senaryoda hem de oyunculukta tiyatro havası yoğun olsa da bu durum hiç rahatsız etmedi beni aksine hoşuma bile gitti. çünkü filmin anlatımı, farklılığı o yönde ve tüm oyuncular aynı frekanstalar; aradan bir tanesi göze batmıyor. öyle oyuncular vardır ya, bangır bangır bağırırlar rol yapıyorum diye. hemen örnekler saçayım: forest whitaker, emily mortimer, jodie foster, leonardo dicaprio... derhal aklıma bunlar geldi, bu vatandaşları toplasan bir helen hurt, etmezler: hep bilirsin rol yaptıklarını. konuyu dağıttım biraz ama yeri gelse de kussam diyordum pisliğimi, buraya denk geldi. rahatladım ama. (burada gülme efekti var)
filmin açılış sahnesi haricinde beni etkileyen diğer bir yanı ise, olan bitenler ile aşık kocanın kafasından geçenleri seyirciye "bak burada şöyle oluyor" deme ihtiyacı duymadan harmanlamış olması. rahat olması yani, gerektiğinde uzatması, detaylandırması. "abi seyircinin kafası karışabilir, en azından renk filtreleri falan mı kullansak" diye düşünülmemiş olması.
yazının başında uyardığım için rahatça yazıyorum, bu da ikinci uyarı olsun; film derhal kendini açığa vurmuyor, seyirciyle hafiften oynuyor: bir cinayet filmi gibi başlıyor, daha sonra "bir çeşit rezervuar köpekleri" dedirtecek bir suç/çete havası bastırıyor ve hiç aceleci davranmadan, yavaş yavaş konu açığa çıkıyor.
aşk, tanımı sadece aşıklarca yapılabilecek bir kavram; çok sert, suç dünyasıyla içli dışlı (gibi görünen) bir adamın aşk anlayışı da kendine has dolayısıyla. bu adamın hem karısıyla, hem kendisine baskı yapan birbirinden cins, ilginç dostlarıyla hem de karısıyla yatan adamla kurduğu ilişki/diyalog, kendi içinde bir o yana bir bu yana savrulan düşünceleri, kesinlikle görülmeye değer.

44 inch chest - web sayfası
imdb sayfası
açılış sahnesi:


devamını göster

21 Nisan 2012

kevin richardson ve büyük kediler

hayvanat bahçelerinde kafeslerin bir de iç bölümleri olur ya; insanlar izlesin diye gün boyu orada tutsak edilen hayvanların, uygun olmayan hava şartlarında, mesaileri bitince ya da yemek molalarında geçtikleri bölüm. işte önlerine konulmuş koca et parçalarını yiyen aslanları o bölüme geçip izlemiştim bir zamanlar. normalde izin verilmiyor mu öyle bir şeydi, biraz ısrar etmiştik sanırım oradaki görevlilere, çok da net hatırlamıyorum; bir şekilde içeri girdik. tabii orada da demir parmaklıklar var, kafese fazla yaklaşmayı önlemek için demir korkuluklar... üç tane aslan vardı sanırım, yemeklerini yiyen. belki daha önce de anlatmışımdır, hayatımda gördüğüm en korkutucu şeydi, onlarla karşı karşıya kalmak. kafeslerinin içinde sıkıntıdan kokmuş, yılmış ve uyuşmuş görünen (ya da bana hep öyle denk geldi; çok da gitmedim hayvanat bahçelerine) aslanlar pençeleriyle sıkıca kavradıkları etleri yerken öyle bir bakıyorlardı ki bize! bakışları yeteri kadar ürkütücü; bir de hırlıyorlar arada, bir iki kere de kükredilerdi yanlış hatırlamıyorsam. yemeklerini ellerinden alacağımızı, ortak çıkacağımızı falan sanıyorlar sanki? oysa ben pişmiş severim eti, ayrıca mümkünse masada yemeyi tercih ederim. youtube isimli video sitesinde samantha fox'un muppet show'a konuk olduğu bölümü ararken karşıma çıktı kevin richardson abi'nin aslanlı videoları. gün geçmiyor ki internet dünyasında bir manyakla, bir çılgınla ya da hayranlıkla izleyeceğin bir insanla karşılaşmayasın! işte kevin abi, bende büyük hayranlık uyandırdı kendisine karşı. şu timsahlarla güreşen bir adam vardı, abuk sabuk heyecanlı bir tip; bir gün öldü gitti, tam da önceden tahmin edilebilecek bir nedenle; hangi hayvan parçalamıştı hatırlamıyorum ama. [parçalanmamış, vatozların üzerinde yüzüyormuş, bir tanesi adamı göğsünden sokmuş. daha önce de muhabbetini yapmışım rahmetlinin, ama unutmuşum.] oysa kevin richardson ile aslanlar arasında karşılıklı bir sevgi var gibi görünüyor... asabi foto ve başka fotoğraflar kevin richardson - wikipedia kevin richardson - ekşi sözlük ayrıca bak: aslanlardan et çalan üç adam

devamını göster

09 Mart 2012

istanbul'un kuşçuları

birbirinden enteresan karakterlerin kuşlar üzerine anlattıklarını derleyen bir belgesel, "istanbul'un kuşçuları". üzerine pek yazılıp çizilmemiş bir konuyu ele almış yönetmen naki tez. belgeselde genelde eski kuşak amcalar anlatıyorlar ve hepsi sahici.
kuşçuluk diye duyunca (sezyum'da gördüm) şu güvercin hastaları ile ilgili zannettim. taklacı güvercinler. onların da ayrı bir dünyası vardır mutlaka ama bu belgeselde ötücü kuşlara karşı duyulan düşkünlükten bahsediliyor: özellikle florya ve saka kuşlarına...
bu dünyada kuşlar sanki bir enstrümanmış gibi kullanılıyor. üzeri örtülmüş kafeslerle tamamlanan bir enstrüman. yıllarını (çok uzun yıllarını) en güzel ama belirlenen kurallara en uygun öten kuşu aramakla geçirmiş bu insanlar. kuşçuluk uğruna çok şeyle ilgilenememişler hayatla ilgili, işlerinden olmuşlar, okuyamamışlar...
konuyla ilgili sanırım tek araştırmayı selim somçağ yapmış. sitesinde üç makale var; işte oradan bir alıntı:
"ötücükuşların ötmesi üremeyle ilgilidir. ötüşün amacı çevredeki hemcinslerine varlığını ilân ederek dişileri cezbetmek, erkeklere ise meydan okumak, önce eş bulmada, sonra da besin aramada diğer erkeklerin öten kuşun bölgesine girmemesini sağlamaktır. dolayısıyla ötme sosyal bir olaydır. kafeste tutulan kuşlar da başka kuşlarla karşılaştıklarında daha çok öterler. bu saka için de önemli olmakla beraber floryanın bol ötmesi için elzemdir. bu sebeple ötüm mevsimi girince kuşçular kuşlarını kuşçu kahvelerine getirerek karşılıklı öttürürler. kuşçular da kuşların karşılıklı ötüşünün rekabet esasına dayandığının bilincindedirler. onun için karşılıklı öten kuşların 'dövüştüğünden' söz ederler. kahvede kuş öttürmenin incelikleri vardır. değişik çevre kuşu ürküteceğinden, floryanın kafeslerinin üzerine daha kış mevsiminde ince beyaz bezden örtüler geçirilir. daha sonra kuş kahveye yine örtüde götürülür ve bu sayede yerini yadırgamadan öter. en makbulü kuşun asmaca ötmesidir. yani kafesi asıp kuşu kendi haline bırakırsınız, kuş bozmadan öter. fakat iyi öten kuşların çoğunun zaman zaman bozukları olur. bu yüzden kafes masanın üstünde durur. kuşun sahibi kuş bozduğu zaman daha önceden kuşu alıştırdığı şekilde hafifçe kafese vurarak bozuk ötüşü kesmeye çalışır. kahvedeki kuşların bozuk ötmemesi floryada çok önemlidir, çünkü sakadan farklı olarak floryanın ötüşü hayatının her döneminde bir ölçüde değişmeye açıktır. yani floryanın ötüşü kısmen genetik olarak belirlenir, kısmen de öğrenilir. bu yüzden bozuk ötüşlerin olduğu bir ortamda en falsosuz kuşun bile bunları kapıp ötüşünü bozma ihtimali vardır. onun için kuşçu kahvelerini işletenlerin kuşçuluktan anlaması şarttır, çünkü ötüm zamanı kuşu devamlı falso yapan kişiyi kuşunu götürmesi için uyarmakla yükümlüdür. tahmin edilebileceği gibi kahvede karşılıklı kuş öttürmenin müsabakaya, rekabete dönüşebilecek bir yanı vardır. özellikle floryanın ötüp ötmeyeceğinin belli olmaması, fakat bir kere kızışınca da kuşların karşılıklı olarak birbirlerini bastırmak için öttükçe ötmeleri, yani dövüşmeleri bu kuşu iddiaya elverişli kılar."



belgeselin fragmanı

istanbulunkusculari.com
istanbul'da kuşçuluk - 1
istanbul'da kuşçuluk - 2
istanbul'da kuşçuluk - 3
istanbul'un kuşçuları - efe.me

devamını göster

17 Şubat 2012

michael huebner vs claudio golinelli - 1990

genel olarak spor ile dolayısıyla bisiklet sporları ile de pek ilgim olmasa da geçenlerde izlediğim bir video çok hoşuma gitti. iki bisikletçinin taktik savaşı mı desem, inatlaşması mı desem, anlamıyorum da, mücadelesi diyeyim, görülmeye değer. videoyu ilk izlediğimde ne kadar gerildiğimi, yarış bittikten sonra fark ettim. çok acayip bir şey; "gerçek hayattan monty python sahnesi" diye yorumlamışlar youtube'da...
sprint denilen bu bisiklet sporuyla ilgili en düzgün açıklamayı ekşi sözlükte buldum: "iki yarışçı arasında 333 metrelik 3 tur ( 1 km ) halinde yapılır. bisikletçilerin sırası kura ile saptanır. yarış özellikle son 200 metrede süratlenir. yarış sırasında, son 200 m' de kulvar değiştiren yarışmacı diskalifiye edilir, dolayısıyla diğer sporcu turu tamamlamasa da birinci olur. normalde ise, varış çizgisine ilk ulaşan yarışı kazanır."
başka yarışları da izledim youtube'da, yok ama bu yarıştaki kadar yoğun bir gerilim hiç görmedim, hatta izlediklerim gram ilgimi çekmedi. demek ki bu yarış özel bir yarış olmuş. hem zaten ben de bunu "bakın ilginç bir şey" diyen bir sitede (hiç hatırlamıyorum hangisinde?) gördüm, bir spor sitesinde değil hani. eh, ben de derim: "bakın ilginç bir şey"


devamını göster

16 Şubat 2012

skyrim: müzik

skyrim için bir puan verecek olsam derhal 10 puan der geçerim. peki müzikleri oyundan çıkartsak? işte o zaman puanım 7 olur. işte o kadar etkili müzikleri var oyunun. jeremy soule oyuna çok önemli bir katkı sağlamış: bazı oyuncular diyor ya, "bazen oyunu bırakıp etrafı seyrediyorum" gibi şeyler, işte o esnada çalan müzik, manzarayı pek bir güzel tamamlıyor. oyunun müziklerinin bomba olacağı, oyun fragmanından belli olmuştu zaten; ben de daha oyunu oynamaya başlamadan müzikleri indirmiştim internetten. film ve oyun müzikleri düşkünü değilim sanırım çünkü çok çeşitli örnek dinlemedim. chris vrenna'nın alice için yaptığı müzikler, grim fandango'nun müziği, jesper kyd delisinin bazı işleri, kenji kawai'nin ghost in the shell besteleri ve işte bu kadar sanırım. bir de borderlands'in müzikleri var, bak onu da çok severim. son aylarda en sık dinlediğim albüm ise, anlaşılacağı gibi, skyrim müzikleri. madem bu kadar çok dinliyorum, seviyorum, üstelik bestecisinin imzası ile satıyorlar, neden orijinal almayım bu albümü dedim ve directsong sitesine yöneldim. benim için ayrıca heyecan verici oldu çünkü bir müzik albümü satın almak çok ama çok nadir yaptığım bir şey. neyse, site üzerinden satın aldım albümü (25 aralık 2011) ve beklemeye başladım. aslında uygun bir zaman değildi sanırım çünkü o dönem batı dünyasında tatile denk geliyor. dolayısıyla albümün elime ulaşması bir aydan fazla zaman aldı. paketten heyecanla çıkardım ve açıkcası ilk anda hayal kırıklığına uğradım. ne bileyim, kılıçtır, ejderhadır, insan şöyle ele ağır gelecek bir şey bekliyor sanırım. en azından daha sert malzemeden yapılmış bir dış yüzey, belki bir kutu? daha sonra abinin imzasını gördüm. artık nasıl bir kalem kullandıysa, altın yaldız mıdır nedir, emin olamadım; "baskı bu be!" dedim ikinci bir hayal kırıklığıyla. tam bu sırada beni izleyen ördek, "aldığın şey müzik sen nelere takılıyorsun!" diye eleştiri getirdi. yahu ben müziği dinliyorum zaten, 320kbps mp3, cd'ye yakın kalite işte! sadece müzik değil derdim yani; ellemeliyim, koklamalıyım! derhal google'a bağlandım ve kısa bir araştırma yaptım. albümü alıp, tıpkı benim yaptığım gibi görgüsüzce sitelerinde, facebook sayfalarında bundan bahseden insanların çektikleri fotoları inceledim ve imzaların farklı farklı olduklarını sevinçle fark ettim. tüm bunlar yaklaşık 15 gün önce falan oldu; on gündür de diğer albümlerin yanında yatıyor cd. işte hayat böyle küçük mutluluklarla hamhomşurulop oluyor, ondan sonra hep aynı. üzgünüm ama müziği mp3 formatında dinlemeye çok alışmışım. her neyse, azıcık da albümden bahsedeyim: albüm tıpkı oyun gibi dolu dolu: tam dört cd! ilk üçü standart yapıda; dördüncüsü, 42 dakikalık tek bir parçadan ibaret. "skyrim atmospheres" isimli bu parça, oyunda genellikle gece havasını destekleyen, adıyla kendini tanımlayan bir eser. uyumadan önce başlatılırsa, insanın enteresan düşler görmesine neden olabilir! albümün geneli senfonik, bazılarında çok etkili vokal kullanımları var. birkaç tane de "skyrim yöresinden" diyebileceğim, akustik ama senfonik olmayan parça var. benzer temalar sıklıkla tekrarlanmıyor, her parçanın üzerine düşülmüş. son yılların en güzel oyununun müzikleri de son yılların en güzellerinden kısacası. ayrıca: -skyrim : modlar, uygulamalar, videolar -skyrim: görüntüler

devamını göster

15 Şubat 2012

dear esther

dear esther, enteresan bir oyun. daha önce (2008 yılında) bir source engine (ya da half life 2) modu olarak, ücretsiz yayınlanmış; bu sene ise tamamen geliştirilerek satışa sunuldu. dear esther'e oyun demek zor çünkü bu yapımda sana düşen tek şey yürümek. eşya toplamak, bir şeylerle mücadele etmek, puan kazanmak gibi şeyler yok. gizemli bir ada, mağara dipleri ve atmosferi besleyen güzel bir müzik. sakinlik diz boyu. ilk etapta bana korku/gerilim öyküsü gibi gelmişti ama hayır, gizemli ve hüzünlü... geçmiş yıllarda buralarda bir yerde üzerine bıtbıtlandığım "the graveyard" ve "the endless forest" "oyunları" gibi; bana onları çağrıştırdı açıkcası. peki neler oluyor bu yapımda? şöyle ki; oyun boyunca bir adada dolaşıyorsun, öyle tamamen serbest bir dolaşma değil; bir koridorda ilerlemek gibi de değil. bazen yollar çatallanıyor ve yapımcıların iddiasına göre oyuncunun gittiği yola göre öykü detaylanıyor ve böylece 2 saat kadar süren bu deneyimi tekrarlamak istediğinde, tamamen aynı şeylerle karşılaşmış olmuyorsun. karşılaşma dediğim de, mektup parçaları sadece: belirli noktalardan geçerken anlatıcının okuduğu, esther'e yazılmış mektupları dinliyorsun ki zaten öykü de, işte bu mektuplarla ortaya çıkıyor. dear esther, (oyun süresi bakımından da) film izlemek gibi, ya da bir filmin içinde dolaşmak gibi. dear-esther.com dear esther soundtrack

devamını göster

14 Şubat 2012

anatidaephobia

anatidaephobia*, bir ördek tarafından izlenme korkusu. öyle gıcık bir ördek ki, bir şekilde yolunu bulup seni izliyor ama bir şey yapmıyor. yani onun saldıracağından, pis bir laf edeceğinden falan korkmuyorsun, sadece onun seni izlediğini hissediyorsun ve onun bir yerden her hareketini dikizlediğini düşündükçe ağzın kuruyor, soluk alıp vermen düzensizleşiyor, elin ayağına dolanıyor. bu fantastik ve kurgusal fobiyi insanlığa gary larson kazandırmış; hemen yandaki karikatür ile. daha sonra kavram yayılmış ve insanlar "gerçek bir fobi mi?" diye sormaya başlamışlar. komik ve saçma gelse de kulağa, komik ve saçma olan ancak insanların hayatını zehir eden bir kamyon gerçek fobi var. bununla beraber, gerçekten de "beni bir ördek izliyor! kurtulamıyorum onun bakışları altında yaşamaktan!" diye terler döken, şimdi ya da gelecekte birileri olabilir koca gezegende; şaka kaka olduktan sonra yapılacak bir şey yok. aslında bir ördeğin kendisini izlediğinden korkmak yerine bir ördeğin kendisini izlediğini düşünüp bundan tarif edilmez derecelerde keyif alan insanlar da olabilir? nasıl ki yükseklik korkusu olanlar varsa, yükseklere çıkma işini büyük bir hazla yapanlar da var. ( bkz: "yüksek be!" gerçi oradakiler işlerini yapıyorlar...) yani, düşünsene, koltuğunda oturan ama zevkten dört köşe olmuş birini: ortada bir neden yok; televizyon bile açık değil! "beni izliyor, biliyorum" diye düşünüyor, "o ördek şimdi, şu an, bir şekilde beni izliyor!" sorsan dünyanın en huzurlu insanı. her iki durumda da, aklıma iki şey geliyor. öncelikle o korkan (ya da haz alan) insana, "ördek falan yok!" demenin saçmalığı. evet, ördek yok, yani izleyen bir ördek yok ama bunu doğrudan söylediğinde, "ben boku bokuna mı bu haldeyim?" diye sinirlenecektir o kişi. ben olsam sinirlenirim sanırım? ördeğin varlığını sorgulamaktansa, diyelim sevdiğin biri bulaşmış bu ördek işine, bir ördeğin kendisini izlediği inancının kaynağını sorgulamak (neden, nasıl, ne zaman, kim görmüş vs) daha mantıklı. illa ki sorman gerekiyorsa tabii çünkü mutlu olana (ya da izlendiğinden haz alana) bulaşmak da saçmaymış gibi geliyor bana; bu gezegende bir şekilde huzurlu olmayı başarmış birine gölge etmemek gerek. yeter ki, huzur bulacağım diye çevresini ve gezegeni huzursuz etmesin. değil mi ama? diğeri ise, bir ördeğin bir kişiyi izlemesinin ne gibi sonuçlar doğurabileceği. e, izlesin, ne olacak ki? ördek sonuçta, seni izleyip özel yaşantına dair bilgiler edinse bile, bir ördeği kim ciddiye alacak ki; "vak!" diye ses çıkaran bir canlının, tüm bir galaksideki ağırlığı ne olabilir? hadi onu geçtim, bir ördekten daha fazlasının (örneğin bir maymunun, karganın ya da baykuşun da) seni izlediğini düşünmeye başlamamışsan, zaten pek de "önemli biri" değilsindir ve dişe dokunur bir halt yediğin yoktur? bırak izlesin, ördek... *google üzerinden anatidaephobia kelimesi arandığında, bir wikipedia sayfası çıkıyor. eğer onunla yetinirse, bilgilenmiş değil, bir karikatürün komikliğine kapılmış gitmiş oluyor insan. "kontrol edilmemiş" diye belirtilmiş olsa da bu sayfa, internette her gördüğüne doğrudan ve tamamen inanmamak gerektiğine dair örneklerden biri sadece...

devamını göster

07 Şubat 2012

ohlife.com

günlük tutmak bir insanın hayatında yapabileceği en önemli ve gerekli şeylerden biri değilse nedir? "ne yazacağım ki?" diye düşünmemek gerekir çünkü en basitinden "ne yazacağım ki?" sorusunu biraz genişleterek dile getirmek ya da o soruya uydurabileceğin (saçma bile olsa) cevaplar bu sorunu kısa sürede çöpe atar ve sonrasında mutlaka görürsün ki yazacağın (daha doğrusu anlatacağın) çok şey vardır.
yazma konusundaki en büyük sıkıntılardan birisi de, "bu yazılanları kim okuyacak?" sorusu. yazarların, sanatçıların günlükleri (genellikle onlar öldükten sonra) yayınlanır ya, işte pek sevmem onları çünkü "kim okuyacak ki bunları?" sorusu, "günlük" kavramıyla çatışmış ama yine de kesin bir sonuca ulaşmıştır ve okudukça hissedersin sen de: "yazar burada bana sesleniyor!"
işte o tür günlükler değil bahsettiklerim. tabii web günlükleri de. onların ismi günlük ama amaçlanan şey bir iletişim kurmak! kast ettiğim anlamda bir günlüğü "günlük" yapan, onu sadece yazanın okuyacak olması (ya da en azından yazan kişinin, sadece kendisinin okuduğunu düşünmesi) zorunluluğudur. insan böylelikle aklına geleni kağıda dökebilir; takdir edilme ya da cezalandırılma korkusu olmadan! artık pek özel olduğuna göre, biraz da dikkatli olmak ve günlüğü başka gözlerden saklamak gerekir elbette. konuyu bulandırmayım ama, ortaya çıkarılan günlüklerin çoğunun, o günlüklerin sahiplerinin içten içe istemesiyle ortaya çıktığını düşünmüşümdür hep; ya söyleyemediklerini bu şekilde söyleme isteğinden ya da karışık bir ego tatmini sevdasından...
ohlife.com, bunca lakırdıdan anlaşıldığı üzere, bir günlük sitesi. karşıma çıktığında, ne kadar uzun zamandır bir şeyler yazmadığımı, günlük tutmaktan ne kadar uzaklaştığımı fark ettim. bir yandan da, takipçiymiş, yorummuş, beğeniymiş dertleri olmadan bir internet sitesini kullanma fikri ilgimi çekti. her ne kadar kendimi o dertler konusunda epeyce bir yontmuş olduğumu düşünsem de, idealize ettiğim "rakam meraklısı olmayan internet kullanıcısı" kıvamına gelmiş değilim. işte bu bakımdan da ohlife.com bana ilaç gibi geldi diyebilirim.
sitenin işleyişi şöyle: kayıt oluyorsun ve sistem sana her akşam e-posta gönderiyor. sen o e-postayı cevapladığında, yazdıkların hesabına geçmiş oluyor. istediğin zaman siteye girip tarihsel sırasıyla ya da rastgele geçmişte yazdıklarını okuyabiliyorsun. sistemin e-posta ile çalışması da bir ittirici kuvvet oluyor sanki, iki satır da olsa bir şeyler yazmak adına. bu noktada, "yazık lan hiç arkadaşı yok, makineyle mektuplaşıyor!" diye düşünmenin gereği yok çünkü bu sistemin özelliği (ve güzelliği) bir iletişim olanağı sunmuyor olması. "insan her an değişir, başka biri olur" gibi bir prensiple hareket edersek, kişinin geçmişte yazdıklarını okuması da bir iletişim sayılabilir ancak nereden baksan tek bir kişi vardır bu iletişimde.
defterlere yazıp çizme konusunda en ufak bir sıkıntım olmadığı halde kullanmaya başladığım bu siteyi bir süre (bir ay?) denemeni öneririm. kimse görmeyecek, kimse beğenmeyecek, kimse yorumlamayacak: şahane mi korkunç mu?

devamını göster

06 Şubat 2012

"heil céline!"

"kışkırtmayı ve çelişkiyi güzel sanatlar seviyesine yükseltmiş olan céline’in romanından aklımda kalan, insan beyninin var olan tek trajik et parçası olduğudur. trajediyi hazmetmenin tek yolu da üstadın dediği gibi ondan sarhoş olmaktan geçer. 'hiçbir şey beni büyük felaketler kadar kendimden geçiremez,' diyen céline, sözlükteki her kavramla alay eder. kutsal ve saygıdeğer hiçbir şey ya da kimse kalmaz. üstadı yahudi düşmanı olmakla suçlayanlar, bana kalırsa bağışlayıcı davranmıştır. çünkü gerçekte céline, insanlık düşmanıdır. karamsar, melankolik ya da romantik değildir. sadece bir ihbarcıdır. kendisi dahil herkesi ihbar eder. kime ihbar ettiğinin de bir önemi yoktur çünkü roman edebiyattır. gerektiğinde yalanlanır. bu yüzden roman 'yolculuğumuz hayalidir,' cümlesiyle başlar.
"céline, amaçsızca yolculuklar yapan roman kahramanı bardamu’yü iki dünya savaşı arasında yaratır. ancak romanın karanlığı ve dumanı, dönemine özgü savaş sonrası kötümserliğinden gelmez. céline, arasında kaldığı gerçek iki savaşın, doğum ve ölüm olduğunu bilir. hayattan midesi bulanacak kadar korkak ama onu yaşayacak kadar da cesur olan bardamu, sayısız üç nokta, üretilmiş kelimeler ve sert cümleler içinde sayfadan sayfaya adım atarken, okur sadece izler.
"kendisini onun yerine koyamaz çünkü kimse bardamu kadar kendinden iğrenmez.
"bardamu bir gösteridir. bittiğinde, ne yuhalanabilen ne de alkışlanabilen bir gösteri. merak eden, céline’in kendine özgü fransızcasına rağmen yiğit bener tarafından olağanüstü bir başarıyla, olabildiğince az kayıpla türkçe’ye tercüme edilmiş halini okur. çok merak eden fransızca öğrenir. daha çok merak eden aynaya bakıp hayatını düşünür. gecenin sonuna aynadan gidilir. dönmemek için de aynayı kırmak gerekir."

* hakan günday'ın, picus, hayvan, karakalem adlı dergilerde, vatan kitap'ın geçmiş iki sayısında ve sabitfikir'de ("heil celine!" ismiyle) yayınlanan yazısından...

devamını göster

31 Ocak 2012

skyrim: görüntüler

the elder scrolls V: skyrim oyunu görsel açıdan muhteşem. oyunu bir yana bırakıp çevreyi hayranlıkla izlediğim çok oldu. işte genellikle o anlarda ekran görüntüleri almaya başladım. oyun ilerledikçe, farklı farklı mekan ve iklimlerle karşılaştıkça, ekran görüntüsü alma işini daha ciddiye almaya başladım. burası çok güzelmiş yahu dediğim yerde oyunu kaydedip, oyundan çıkıp, çözünürlüğü maksimuma getirip (çünkü -bir dolu mod da yüklü olduğundan- bilgisayar zorlanıyor, düşük çözünürlükle oynayabiliyorum) tekrar o yere gelip görüntüler alıyordum. daha sonra kodları kullanmayı keşfettim. "tfc 1" (tırnaksız) kodu ilaç gibi geldi. bu kod ile oyunu durdurup, kamerayı her yöne, serbestçe taşıyabiliyorsun. (tabii belirli bir alan içinde net, daha sonra nesnelerin görüntüleri bozulmaya başlıyor.) bir turist gibi, "a burası ne güzelmiş!" deyip görüntü alma işi zamanla, aksiyon olduğunda da görüntü alma isteğiyle çeşitlendi. ancak aksiyon olduğunda işler zorlaştı da. bir yandan da oyun zevkini baltalamak istemediğimden, örneğin mağaraya girmeden hemen önce oyunu kaydedip, mağarada işim bittikten sonra mağara başlangıcındaki kayıt noktasına dönüp tekrar başlıyordum. nerede ne ile karşılaşacağımı bildiğim için pislik çıkar çıkmaz kameraları çıkarıyordum! kullandığım kodun bir olumsuz yönü var: kendi karakterini göremiyorsun. yanımda her zaman bir yoldaş olduğundan ve sanguine rose yanımda olmadan yola çıkmadığımdan, görüntülerde genellikle yoldaşlar ve boynuzlu kızıl savaşçı yer aldı. not 1: kodları dikkatli kullanmak gerekiyor. örneğin kod aktif haldeyken daha önceki bir kayıt noktasına dönüldüğünde, oyun saçmalamaya başlıyor. not 2: tüm görseller 1920x1080 ölçülerinde. bu sayfadakilerle beraber toplam 50 ekran görüntüsünü mediafire veya minus üzerinden indirebilirsin. not 3: açılan blogger resim izleme nanesini F11 ile tam ekran kullanmanı tavsiye ederim. güncelleme: (270212) bilgisayarı yeniledikten sonra kaydettiğim videolardan sevdiklerimi bu başlık altına ekleyeceğim. ayrıca: skyrim : modlar, uygulamalar, videolar

devamını göster