29 Ağustos 2017

li'l quinquin

li'l quinquin, fransız yönetmen bruno dumont'un bir eseri. film diye yapılmış ama sanırım sonra mini dizi diye sunulmuş. son yıllarda izlediğim en enteresan karakterlere, öykü anlatımına eh belki öyküye sahip yapımlardan biri. ancak bu yapımı tavsiye edemiyorum; bakın var böyle bir şey diyorum sadece. helikopter, mimik ve boşluk isimlerini koyduğum üç sahneyi ve bu sahneler üzerine bıtbıtlanmalarımı aşağıya bırakıyor ve esen kalın diyorum.



helikopter:

çocukken hiç helikopter görmedim; bizim oralardan geçmeleri için en ufak bir neden yoktu zaten. bizim oralara arada sırada dünya dışı uzay araçları uğruyordu sadece. sokaklara dökülüp izliyorduk; ki o zamanlar gezegende tek bir piksel bile yoktu, yanıp sönen ışıklar sadece yanıp sönen ışıklardı; kimse çözünürlük hesabı yapmazdı. zaten hiç bir şeyden emin değildik; günler günleri kovalarken, hariçten gazel çalan bir olaya, eğlence gözüyle bakıyorduk; zengin birinin düğününde fırlatılan havai fişekler misali; bambaşka bir dünya; bizle ilgisi olmayan...

ama bir helikopter yaklaşsaydı, pata pata, yine sokağa dökülürdük, tüm önemli işlerimizi erteleyerek. belki uzaklardan geçerdi ama ya süper şanslı bir günümüzdeysek; o zaman tam üzerimizden geçerdi; pata pata, eller kollar, toprağın tozunu kaldıran bir zıplama, hey hey hey, seni gördük!

daha da güzeli, olanaksızlığın parmakları saçlarımızın arasında gezinirken, hem de bizi sevimli bulmuşken gerçekleşebilirdi; bir hayal; bir düş; artık hiç bir gün o aptal günler gibi olmayacak: helikopter bizi görüp, yanımıza yaklaşırdı. tam o anda şu kaçık hayattan başka bir beklentimiz kalmazdı! helikopterin pervanesinin altında kendimizden geçerdik; acaba milyon yıl yaşasan bundan daha görkemli, daha önemli, daha güzel bir şey gerçekleşebilir mi? dört milyar yılın son on bin yılında bir kerecik bile kendini gösterme inceliğinde bulunmamış yüzlerce tanrıdan hangisi o aşağıda birikmiş küçücük kalabalığın üzerine eğilmiş bakan helikopterin yarattığı coşkuyla baş edebilir?

çünkü o anda saf bir merak, saf bir heyecan; hayranlık ve korkuyla,  saf bir lütuf gösterisine bakıyor. bu bir alış veriş; bir hesaplaşma. asla bir beklenti değil; sadece bir durum; eşsiz, benzersiz, heybetli... anlamsız ama çok da önemli, asla unutamayacağın bir karşılıklı fark ediş, beni gördüğünü gördüm ve işte şimdi sen de bana bakıyorsun; sadece bana; nihayetinde gereksiz, yararsız ama en azından tek bir taraf için muhteşem bir bakışma...




mimik:

insan her şeyi öğreniyor; afrayı tafrayı öğreniyor ve oturup kalkmasını, eğer ki aileden şanslı ise. o an geldiğinde, bir şey yapması gerektiğinde, öğrendiklerinden yola çıkarak bir şey yapıyor; bir ifade takınıyor ve diyor ki 'bu durumda ben böyle yaparım' ; davranışının kendine has olduğunu düşünüyor; zira kişiliğini dışa vuruyor ama aslında sadece daha önce öğrendiklerini sahipleniyor.

çok popüler olmuş bir reklam ya da bir televizyon dizisi bir dolu insanın hemence sahiplendiği, benimsediği mimikler, laflar yayıyor topluma. bir demet tiyatro'daki tirbüşon'un "şşş!" demesi örneğin; hala yeri geldiğinde kullanırım ve bir zaman sonra (çevremde) kimse hatırlamaz tirbüşon'u; artık benim yaptığım bir şeydir.

çok daha derinlere gizlenmiş, kaynağının belirlenmesi artık olanaksız bazı anlamsız ifadeler de var. örnek şu: bir yere varamıyorum; sıkıldım ve bunun anlaşılmasını istiyorum anlamlarına gelen; 'üf', 'püf'...

bu bir problem olabilir mi? yani, sıkıldın, bunaldın ve uğraşmak istemiyorsun artık; 'üf' ya da 'püf' diyorsun; hiç düşünmeden; hem neden düşüneceksin ki; bin yıldır 'üf püf' bunlar. buna bir seçenek getirmenin ya da 'bu da benim tarzım!' demenin bir anlamı var mı? bununla beraber aynı değerde bir soru: aynı durumda nasıl oluyor da hep aynı anlamsız, garip, saçma sapan şeyi yapıyoruz ve bu bize hiç garip gelmiyor?

ama farklı saçma bir şey yapıldığında garibimize gidiyor; çünkü bildiğimiz ve alıştığımız saçmalık değil diye mi?



boşluk:

...


devamını göster

25 Ağustos 2017

kurzgesagt – in a nutshell

'kurzgesagt – in a nutshell' takip etmeye değer youtube kanallarından; her ay, genellikle bilimsel mevzular içeren yeni bir video yayınlanıyor. insanın aklını sarsabilecek şeyleri sakin bir ses tonuyla ve oldukça sevimli, renkli animasyonlar eşliğinde sunuyorlar. aslında grafikle / animasyonlarla bilimsel şeylerin anlatıldığı videolar, eğer ki videoyu hazırlayanın asıl odaklandığı şey, anlattıklarının bilimsel sağlamlığından çok  hazırladığı sunum (grafikler, animasyon) ise, ki bu çoğunlukla belli de oluyor, belki ilgi çekici görünüyor ancak özünde insana pek bir şey katmıyor.
kurzgesagt ekibinin hazırladığı videolarda ise o yavanlık yok bence. anlatmak, paylaşmak istedikleri bir şey var ve günümüz hız çağında bunu kısa sürelere sığdırıp, renkli ve eğlenceli bir sunumla yansıtıyorlar. 
dün yayınlanan, kara deliklerin, sevgili evrenimizi yok edebilme olasılığı üzerine hazırladıkları videoda insanın başını döndürebilecek şeyler anlattılar; hem de türkçe alt yazı desteğiyle. (tıktıktık)
hali hazırda yaklaşık 5 milyon kişiye düzenli olarak ulaşıyorlar, toplamda ise 275 milyon defa videoları görüntülenmiş; yine de belki gözden kaçırmış ya da karşılaşmamış olan vardır. 


devamını göster

24 Ağustos 2017

10 metre

al sana 30 dolar, çık şu on metre yükseklikteki platforma ve atla, deseler bana, tek bir hücrem bile bu teklifi ciddiye almaz. konuyu 'kaç dolar verseler', geyiğine getirmek istemiyorum; kendini sınama da dahil olmak üzere ortada gerçek bir neden yokken, benim o işi yapma ihtimalimi, şu anda oturduğum yerden, sıfıra yakın görüyorum.

gerçek neden dediğim de, bir hayati tehlike durumudur sanırım; peşinden bir şey (silahlı bir manyak, bir ayı, yuvarlanan dev bir kaya topu...)  kovalıyordur seni, kaçacak yerin kalmamıştır ve kurtulma şansı diye değerlendirip, atlarsın herhalde? ya da bir çocuk düşmüştür veya sevdiğin birisi ve ne bileyim yüzme bilmiyordur, ya da yüzemeyecek ama gayet de boğulup gidebilecek bir durumdadır; onu kurtarmak için atlarsın herhalde?

on metreden, on beş metreden, sırf eğlencesine denize ya da havuza atlamanın eğlenceli bir aktivite olduğunu kabul ediyorum; bana çılgınca gelmiyor ancak hayranlık da duymuyorum. olabilir diyorum, daha ne diyebilirim ki; hem bana ne?

"ten meter tower", 2017 sundance film festivalinde de gösterilmiş bir belgesel. yaklaşık yirmi dakika, yorumsuz, yargısız, bir deney havasında. belgeselde, 10 metre yükseklikten havuza atlama konusunda kendime yakın gördüğüm insanları izledim; dolayısıyla üzerimde hoş bir gerilim filmi etkisi yarattı. insanların karar verme süreçleri; her birinin kendine has halleri; ırk, cinsiyet, yaş ve görünüş gibi özellikler üzerinden değerlendirmeler yapmanın saçmalığı hatta kişiler arası iletişim örnekleri gibi şeyler üzerine düşünceler uyandırabilecek, formatı hiç değiştirmeden dizi yapsalar, sektirmeden  her bölümünü merakla izleyebileceğim bir yapım, "ten meter tower".


devamını göster

23 Ağustos 2017

we can't live without cosmos

konstantin bronzit abiden, hoş detaylar ve incelikle yedirilmiş bir mizahla süslenmiş, güzel bir animasyon daha. daha önce paylaştığım "at the ends of the earth"* kadar olmasa da, bu eseri çok beğendim. sanki finali, ne bileyim, pek tatmin etmedi, bilmiyorum belki bende bir sıkıntı vardır.

film beraber büyümüş iki astronotun, arkadaşlıkları üzerine. ya da cem yılmaz'ın, astronot olmak isteyen çocuğa, şimdiden zıplamaya başla, yaklaşımını hatırlatan bir azim üzerine. yok ama yine de nihayetinde dostluk üzerine...



*koca dünya

devamını göster

22 Ağustos 2017

yaşlı insanların kayıp yüzüklerini bulan havuçlar

aslında şöyle söylemek gerek; yaşlı insanların kayıp yüzüklerini bulan havuçları bulan yaşlı insanlar... zira belki binlerce, milyonlarca havuç, şu anda, yıllar önce kaybedilmiş ancak "buldum benimdir" ilkesiyle sahiplendikleri yüzüklere sıkı sıkı sarılmış, bir gollum edasıyla kendilerinden geçmiş, toprak altında gizleniyor olabilirler; diğer havuçların kıskançlık, imrenme ya da hayranlık dolu bakışları altında...

belki bazı havuçlar, sırf yüzüklerine güvendiklerinden, kendilerini kraliçe havuç ilan etmişlerdir:
- pişt...
- ne?
- sen bundan sonra işçi havuçsun.
- ne?
- ben bu bahçenin kraliçe havucuyum belli oluyordur sanırım.
- diyorsun... ne yapmamı bekliyorsun?
- onu düşünmedim daha; soran olursa işçi havucum ben dersin...
- işçi havucu mu işçi havuç mu?
- küstah!
- o şey beynine c vitamini gitmesini engelliyor sanırım...
- fazla konuşma da yakınında iri yarı bir havuç varsa söyle; emrimdir, bundan sonra savaşçı havuç olacak!
- yok yanımda kimse; ama görürsem söylerim.
(...)

ancak konu onlar değil; konu, kaçarken yakalanan sinsi havuçların ya da "bi' yüzük buldum, yüzük kaybeden var mı!" diye bağırıp duran dürüst havuçların ya da uzunca bir süredir çevresinden bir heimlich manevrası bekleyen ancak teknik ve doğal nedenlerden ötürü bir türlü boğazında düğümlenmiş yüzükten kurtulamayan telaşlı havuçların gün ışığına, bellerindeki ya da boğazlarındaki yüzüklerle çıkarılmış olmaları.




işte bazı örnek olaylar:

lena paahlsson, üzerinde yedi taş elmas bulunan yüzüğünü, kaybettikten 16 yıl sonra, bahçesinde, topraktan söküp çıkardığı havuçta bulmuş. ne şaşkınlık dolu bir mutluluktur!

otto theer, evlilik yüzüğünü, kaybettikten üç yıl sonra, yine bahçesindeki bir havucun üzerinde bulmuş; bir gün bulacağımı biliyordum, demiş. yüzünde mutluluğa batırılmış bir sırıtış ile; kahraman (ya da hırsız; bunu asla kesin olarak bilemeyiz) havuç ile bir hatıra fotoğrafı bile var.

son olarak mary grams, kaybettiği evlilik yüzüğünü 13 yıl sonra, evet, bahçesinden çıkan bir havucun üzerinde bulmuş.



kaynak:

lena paahlsson
otto theer
mary grams

devamını göster

21 Ağustos 2017

6 resim - 6 fotoğraf

fotoğraf gibi resimler ve resim gibi fotoğraflar. şahsen resim gibi fotoğrafları tercih ediyorum. fotoğraf gibi resimler zaten fotoğraflardan yola çıkılarak yapılıyor ve takdir ettiğim sabır ve yetenek oluyor; nihayetinde evet gayet güzel kadınlar, duruyorlar, bakıyorlar.. oysa resim gibi fotoğraflarda sanki bir şeyler gizli; kimin, ne zaman, hangi duygularla baktığına bağlı olarak..
elbette sadece aşağıdaki örnekler için konuşuyorum.














ressam yigal ozeri
kaynak : yigalozeriartist.com















fotoğrafçı leonard misonne (1870-1943)
kaynak: vintage everyday

devamını göster

18 Ağustos 2017

nasıl oldu da en azılı ambient dinleyicilerinden biri oldum?

uykuya dalma sıkıntım vardı. bir yerlerden radyo tiyatrosu kayıtları buldum; bir süre onları dinleyerek uykuya daldım. ancak bazı oyunlardaki ses efektleri sıkıntı olmaya başladı kısa zamanda. evet, uykuya dalmama yardımcı oluyordu bu oyunlar ancak her ne kadar kısık bir sesle yürütülüyor olsalar da, bir kapı çarpması, gök gürültüsü, patlayan bir tabanca ya da bir çığlık sesiyle "n'oluyo be?" diye uyanıyordum gecenin bir vakti.

sonra tekrar müzik çalarken uyumaya karar verdim. bazı müzik türleri ya da albümler işe yarıyordu. ne var ki uykuya dalma süresi çok değişkendi. hatta bazen işe yaramıyordu; müziği kapatıp, körelmiş olduğunu düşündüğüm uykuya dalma yeteneklerimi zorlamak zorunda kalabiliyordum.

bir gece, nereden aklıma estiyse, erkan oğur'un 'bir ömürlük misafir' albümünü dinlemek istedim; uykuya dalmadan önce. meğer aradığım müzik buymuş! albümün üçüncü parçası "hey onbeşli onbeşli" başlamadan uykuya dalmış oluyordum! ilk on dakikası falan yetiyordu yani...

bir gün last.fm servisinden bir e-posta geldi; bir arkadaşlık isteği varmış. açtım baktım, kimdir nedir diye; yok ama, çok saçma, vatandaş ile müzik uyumumuz yok denecek kadar az, tanıdığım biri falan da değil. sonra anlaşıldı ki, last.fm sanatçı sayfasında, erkan oğur'u en çok dinleyenler listesine girmişim meğer! evet; erkan oğur'un  özellikle 'bir ömürlük misafir' albümü benim için özel bir albümdür ancak öyle önde bayrak sallayarak koşan dinleyicilerinden biri de değilim. burada uygunsuz bir durum var belli ki. ama bu nedenle bırakmadım albümü dinlemeyi; zihnim artık gecenin bir rutin parçası, klimanın motor sesi, suyun borular içinden akarken çıkardığı sürtünme sesi, çok uzak bir galakside son üç milyar yıldır tahta sandalyesinin denge sorununu halletmek için sürekli çivi çakan ihtiyarın çıkardığı ses gibi algılamaya başladı bu albümü.

bir gün division isimli oyunu oynarken, yahu şu oyuna insan atmosferi güçlendirecek müzikler de ekler; hay sizin yapacağınız işin... diye söylenirken buldum kendimi. oflaya poflaya oyunun atmosferini güçlendirecek müzikler aradım, buldum. tabii bu biraz zaman aldı çünkü nihayetinde bu sorunu çözmek için ambient diye tabir edilen ve fakat neredeyse hiç haşır neşir olmadığım bir müzik türü hakkında kendimi geliştirmem gerekiyordu. tam o dönemde mahallemizde "ambient müzik dinleme teknikleri ve ülkemizde ambientçilik" gibi bir kurs açılmamıştı elbette; sezgilerime ve şansıma güvenerek spotify ve onun 'benzer müzisyen önerileri' aracılığıyla bir liste oluşturdum. tek kriterim, oyunun atmosferini güçlendirmek olduğundan gergin gibi, sanki kötü bir haber almışsın gibi, aha bir şey oluyor ya da eli kulağında daha da kötüsü kulağı üç metre ileride yerde gibi duygular uyandıran bir müzik listesi oldu bu. sonuçta, oyundaki eksikliği gideriyordu...

bir gün uykuya dalmadan önce bu listeyi başlattım. kısık seste elbette. yaklaşık yüz yirmi parçadan oluşan bu liste tıpkı 'bir ömürlük misafir' etkisi yarattı; üçüncü parçaya gelmeden uykuya dalıyordum. ayrıca her seferinde karışık çalmasını emrettiğim için, gecenin bir rutini de olamıyordu.

işte sorunu böylece çözdüm. tek endişem, aslında hiç de öyle olmadığım halde, gezegenin sayılı ambient müzik hastalarından biriymiş gibi bir profil çiziyor olmam: her gece yaklaşık altı saat ambient müzik dinliyorum zannediyor beni spotify ve last.fm.

not: işte o liste:



devamını göster

17 Ağustos 2017

love henry

kadın bilmiyormuş ki sevgilisinin, kendisinden kat kat üstün olduğuna inandığı bir başka kadına aşık olduğunu;
"gel yanıma, gel yanıma sevgilim"
diye seslenmiş sevgilisine, tıpkı dün ya da geçen hafta seslendiği gibi. adam,
"gelmem, gelemem"
demiş; aynı anda iki kadınla birden ilişki yürütebilecek bir yapısı yokmuş belli ki. kadın şaşırmış;
"ama neden; gel yanıma"
diye ısrar etmiş. adam da çıkarmış ağzından baklayı;
"bir kadınla tanıştım, senden kat be kat üstün bir kadın, her bakımdan."

"madem öyle bari son bir öpücük ver bana"
demiş kadın; ya da ona benzer bir şey. 'bunu yapmakta bir sakınca görmüyorum' diye düşünmüş adam ve kadına yaklaşmış. ancak kadın, bu yakınlaşma gerçekleşir gerçekleşmez, bir çakıyla adamı oracıkta, tek hamlede, olacak şey mi, öldürüvermiş.

ardından hop evinin yakınındaki kuyunun dibine göndermiş adamın ölü bedenini.
"haydi bakalım, benden kat be kat üstün olan o kadın görebilecek mi bakalım, bir daha seni!"
diye seslenmiş kuyunun karanlığına.

ama şu hayatta her şey istediğin gibi gitmez asla. kadın bilmiyormuş ki tüm bu olan biteni bir kuş izlemiş, her şeyi görmüş. hem de öyle basit bir kuş da değil; olaylar karşısında sessiz kalmayacak bir karakteri var:
"pişt!"
diye seslenmiş kadına, tünediği ağacın dalından. kuşun her şeyi gördüğünü, 'pişt!' sesine dönüp de kuşun suratını görür görmez anlamış kadın.
"gel yanıma, gel yanıma küçük kuş"
diye seslenmiş kuşa.
"gelmem, gelemem"
demiş kuş; sonra eklemiş:
"sen ki sevdiğini hiç düşünmeden katledebilecek bir kadınsın, zavallı küçük bir kuşu haydi haydi öldürüverirsin!"
kadın kuşun yüzüne bakmış bir süre; donuk bir ifadeyle.
kuş kadının yüzüne bakıyormuş sessizce.
kadın avuçlarının arasında sıktığı çakıyı kuşa sallamış hiddetle, sessiz bakışma ömrünü tamamlar tamamlamaz, haykırmış kuşa:
"ah keşke bir yayım olsaydı yanımda, öyle yukarıdan bakamazdın bana, aptal aptal konuşamazdın; tek seferde zımbalardım seni okumla!"
"hadi ordan!" demiş kuş ve uçmak üzere kanatlanırken eklemiş:
"keşke bir yayın ve okun olsaydı; gidip herkese anlatacağım şimdi gördüklerimi" demiş ve uzaklaşmış.

gerçekten de birilerine anlatmış gördüklerini; onlar da şarkılar yapmışlar duyduklarından.









kaynak: young hunting / earl richard / love henry / the proud girl

devamını göster

16 Ağustos 2017

muhteşem performanslar

bir ara moda olmuş sonra bitmiş ancak ben yeni gördüm bu zirzopluğu. nedir; müzisyenlerin konser (ya da canlı) performans kayıtlarını sabote ederek, ortaya koyulan müziği berbat (ama komik) gösterme sanatı diyebilirim. koca koca efsaneleri, müziğe heves etmiş ancak yeteneği pek de parlak olmayan liseli gençler  seviyesinde ve dandik müzik aletlerinden "güzel" ses çıkarmaya çalışırken izlemek, tezat durumlardan kaynaklanan komedileri izlemek gibi.

kendileri ve yapıp ettikleri üzerinden yapılan bu komikliği izleseler,  onlar da eğlenirler miydi acaba? bu soruya net bir cevap veremem ancak nick mason'ın facebook sayfasından "pink floys shreds" isimli güzide eseri paylaşmış olması; eğer ki sayfasını o zamanlar kendisi yönetiyorsa; eğlendiği ve güldüğü anlamına gelebilir.


bu "sanat alanında" çok fazla örnek yok ve olanların da bir bölümü özensiz, çöp şeyler ancak bazıları da var ki; olayın arkasındaki hasta ruhu takdir etmemek zor geliyor bana. sağ olsunlar kulaklarımın olan pası biraz daha paslandı ama buna değer.

en beğendiğim dört örneği bırakıp kaçayım...









devamını göster

15 Ağustos 2017

no man's sky - evren kaç gb?


steam kullanıcı değerlendirmelerindeki olumlu değişimin etkisiyle ve playstation 4 için bu aralar oldukça uygun fiyata satılıyor olması nedeniyle denemeye karar verdim. bana çok anlamsız gelen bir takım özellikleri veya eksiklikleri olmasına rağmen oyunu oldukça beğendiğimi söyleyebilirim.

beni öncelikle rahatsız eden (ya da  anlamsız bulduğum) en büyük özellik, her gezegende medeniyet izlerine rastlamak oldu. gerçi daha iki sistem, üç gezegen gördüm ancak evrensel ölçekte bu üçte üç eder. oyundaki en keyif veren şeylerden biri keşfettiğin şeylere (bitki ve hayvanlara, gezegenin kendisine vs ) isimler verebilmek; bu ne demek; burayı sen keşfettin demek. bir yandan da bir saçmalık var ki, aslında tüm bu şeylerin zaten isimleri var; sen zaten var olan isimleri değiştiriyorsun. belki benim bilmediğim bir şeyler var; belki kaskında falan bir modül vardır da sen "yeni" bir şeyle karşılaştığında ona otomatik isim veriliyordur ve istersen onu daha sonra kendince düzenleyebiliyorsundur?

bir sisteme, o sisteme bağlı bir gezegene, o gezegenin bir bölgesine ve o bölgede bulunan canlı cansız şeylere isim vermiş bir kişi olarak (demem o ki, birazcık ayrıcalığımın ya da olmadı hatırımın olması gerek) "dur şurdan biraz demir toplayım, lazım olur" diye işe girişiyorsun hop o da ne kafana bir zibidi uçan araç (sentinel) dikiliyor. iş yapanı izleme merakı olduğundan falan değil ama! sen ona rağmen işine gücüne devam ettiğinde lazer silahını kızartmaya ayarlıyor ve durduk yere tatsız tuzsuz bir silahlı çatışmanın parçası oluyorsun. bu durum inanılmaz saçma bence. bu sentineller evrendeki tüm gezegenlerde turluyor mu yani; kim gönderiyor bunları, nerede üretiliyorlar, nasıl bir endişeden dolayı saldırıyorlar sağda solda rızkını iki taş parçasından çıkarmaya çalışan adama?

"keşfettiğim" üç gezegen de neredeyse tıka basa "medeniyet" izleriyle doluydu: terk edilmiş binalar, sağda solda kutular, ticaret merkezleri...  demek ki aslında her gezegen zaten keşfedilmiş; hatta "olan olmuş sen çok geç kalmışsın" hissiyatı daha yoğun hissediliyor. sen de galaktik seviyede bir şizofrensin ve (zaten hali hazırda ismi olan) şeylere isimler veriyorsun ve ilginçtir ki bu uğraşın boşa gitmiyor; yaptığını takdir edip sana her isimlendirmen karşılığında kredi ödemesi yapan birileri var. (sentinelleri de bu manyakların ya da manyağın evrene saldığını düşünüyorum)

kısacası keşfetme, özellikle isimlendirme işi keyifli ancak bu keyfi baltalayan şeyler var. belki bazı gezegenlerde akıllı varlık izleri ve etkileri bulunmasa daha güzel olurdu. hatta bana kalsa tam tersi olsun isterdim; bazı gezegenlerde üstelik  nadiren bu türden izlerle karşılaşılabilinsin. (demek ki bana kalsa oyun iyice batacak)  [güncelleme (180917) : tamamen boş gezegenler yok değil; ancak illa ki sentineller dolanıyor ortalıkta. kiminde çok az sayıda, kiminde saldırgan ama her gezegende sentineller bulunuyor. ]



artı ve eksiler :

+ oyunun görsel anlayışını çok beğendim.  kendine has bir görselliği var.

+ uzay araçlarının kullanımı keyifli ve rahat.

+ şeylere abuk sabuk isimler uydurmak  ve çok ama çok küçük de olsa bir ihtimal (18 kentilyon gezegen barındırıyormuş oyun) başka bir oyuncunun bu isimlendirmeleri görebileceğini düşünmek bence çok eğlenceli. türkçe isimler veriyorum; denk gelen olursa oyununa renk ve neşe katacaktır diye hayal ediyorum.

- diyelim ki bir araç enkazı buldun; hali hazırda sahip olduğundan çok daha güzel bir araç ancak biraz elden geçirilmesi gerekiyor yani bu ne demek, epeyce bir malzeme toplaman, bulman gerek. işte bu noktada, şuraya bir işaret koyayım da malzemeleri toplayınca dönerim diyemiyorsun. sen oraya varmadan görebildiğin "enkaz" işareti de sen bir kere oraya vardıktan sonra yok oluyor. bu ne saçma bir şeydir; çözümünü bulamadım maalesef. [ güncelleme (180917) : bir işaret bırakabilmek için gerekli olan donanım, kurulan üste bulunan bilim uzaylısının yardım taleplerini gerçekleştirdikten sonra kullanılabilir oluyor. kısacası; önemli görülen bir noktaya, o noktayı daha sonra bulabilmek için bir işaret bırakmak olanaklıymış. ]

- bir noktadan sonra tekrara bağlama potansiyeli yüksek bir oyun. bu tartışmaya açık bir durum aslında. bazı oyunlarda haritadaki tüm soru işaretlerini açmak; oyun evrenine dağılmış şeyleri (barenziah taşlarını (skyrim), peyote bitkilerini (gta V) vb şeyleri) arayıp bulmaktan hoşlananlar için süre uzayacaktır elbette.






*peki evren kaç gb?

bu oyun kendisi haricinde ilginç şeyler de düşündürttü bana. oyunda 18 kentilyon gezegen bulunuyor diyorlar.

hatta ekşisözlük kaynaklı şöyle bir bilgi var:


net olarak, 18,446,744,073,709,551,616 gezegene ev sahipliği yapan devasa bir evrenden oluşuyor. oyundaki her gezegende 1 saniye bulunsanız, tüm gezegenleri dolaşmanız, 5 trilyon yılınızı alıyor. 

çıkış itibariyle yaklaşık 7 gb bir oyun bu (son güncellemelerle 10 gb civarında). tabii sorulmuş; 18 kentilyon gezegen hard diskte bu kadarcık mı yer kaplıyor diye.

oyunu cihazına indirdin, kurdun ve çalıştırdın. "yeni oyun" düğmesine tıkladığında, bu oyunun evreni potansiyel olarak var oluyor ancak 18 kentilyon gezegen bir anda oluşmuyor ; sen onları keşfettikçe (oyun içi) "gerçek" varlık kazanıyorlar.

eğer bir gezegen üzerindeysen, sistem o 10 gb malzemenin büyük bir bölümünü (cisim, çevre kaplamaları çeşitliliğinden vs), eğer uzay boşluğundaysan çok küçük bir bölümünü kullanılıyor.

yani asıl yer kaplayan, o 10 gb kaynağı harcayan, üzerinde bulunduğun gezegen; evrenin kendisini tüm gezegenleriyle algılaman olanaksız olduğundan bunu oyunun hesaplayıp tasarlamasına ve kaynak harcamasına gerek yok.

kısacası (tüm 3 boyutlu bilgisayar oyunlarında olduğu gibi) sen nereye bakarsan orası var oluyor.

işin ilginci bu mekaniğin neredeyse bizim evrenimiz için geçerli olduğunu iddia eden insanlar var.



"belki de gerçeklik, bilinçli deneyimlere neden olan kocaman bir makinedir." diyor donald amca bu konuşmasında.

peki bu makineyi algılamak olanaklı mı? ya da kontrolünü ele geçirmek? ve bu soruları kim soracak; simülasyonu çalıştıran ve kontrol eden ve elbette başka bir gerçeklikte var olan kullanıcı mı; onun kontrol ettiği ve simülasyon evreni içinde var olan karakter mi yoksa sadece kullanıcı kendisine baktığında var olma şansı yakalayan bir figüratif karakter (npc) mi?

çünkü bizim evrenimiz bir simülasyon ise; bu simülasyonun yapısını anlamaya çalışan, ya da simülasyondan sızıp üst evren ile iletişime geçmeye çalışan, bu işi simülasyonu kullananın (ve kontrol edenin) gözleri üzerindeyken yapmak zorunda.

bu durumda simülasyonun kurgulanma amaçlarından biri de, simülasyon içinden bazı nesnelerin bulundukları evrenden (simülasyondan) üst evrene (simülasyonun çalıştırıldığı evrene) geçiş yapıp yapamayacaklarını ya da iletişim kurmayı becerip beceremeyeceklerini test etmek olmalı.

donald amca yukarıda diyor ki, önüne atlamamı istediğiniz treni sadece ben algılamıyorum; her birimiz algılıyoruz. buradan şöyle bir şey çıkabilir: sahadaki tek bir oyuncunun gördükleriyle kontrol edilen bir futbol oyunu düşünelim. bu oyunda var olan her şey (grafik, görüntü anlamında) o oyuncu içindir. yine diyelim ki fazlasıyla gerçekçi ve milyonlarca olasılığın işlendiği bir oyun bu ve kontrol edilen oyuncunun kafasının arka tarafına doğru, taraftarın birinin fırlattığı bir madeni para yaklaşıyor. bozukluk atıldığı bilgisi simülasyonda vardır ancak arkana dönmezsen o şeyin gelip gelmediğinden ya da hangi açıyla nereden geldiğinden haberin olamaz. yani bu oyun evreninde senin algılamandan bağımsız var olabilen bir şeyler var. hani biz algıladığımız için vardı şeyler? bu çerçevede kalırsak eğer; o paranın var olabilmesi için birilerinin en başta onu algılaması gerekiyor ise, o halde bu oyunu (futbol oyununu) her kim oynuyorsa o sahadaki herkesin gördüğünü görüyor demektir. demek ki sahada ve tribünde bulunan göz (algılama)  kadar monitör var önünde ve o aynı anda hepsini birden izleyebiliyor.





bilinçli her varlık aslında ortak tek bir aklı (bilinci, program değerlerini ve olasılıklarını) mı paylaşıyor yoksa? ne saçma şey.

devamını göster