29 Aralık 2007

the sopranos



bir dolu dizi var; üç beş gün önce "animaniacs" takıntım hortladı. yıllar sonra çok güzel geldi doğrusu. sadece şöyle bi'şeydi sanırım:
-doktor, ban hastayım: geleceği görüyorum
-ne zamandan beri?
-gelecek pazartesiden...

bunu yıllardır unutmadım. sakatlık belki; ama en çok güldüğüm ilk on espridien biridir. animaniacs çok güzeldi...
lost da çok güzel; ilk sezon öylece duruyordu cd çantamda... bir gün "hadi bari o kadar laf ediliyor" diye izlemeye başladım; oysa (24, prison break vs gibi dizilerin) aslında "uzun bir film" olduğu ve mümkünse bitmemişse hiç bulaşmamak gerektiğini düşünen biriyimdir. yani; bir sonraki bölüm için neden bekleyeceğim ki? hem benim televizyonla aram da pek iyi değil? ama başladım işte ve şimdi herkes kadar ben de biliyorum lost nedir: locke'un sakatlığı nedendir, hume'un sevgilisi kimdir?

"the sopranos" sadece ilk üç sezonunu izlemiş olmama rağmen hepsinden daha özel. bu diziye bir arkadaşım oldukça düşkündü. o zamanlar cine-5'te yayınlanıyordu sanırım. ülkemizde ilk iki ( ya da üç) sezonun dvd 'si çıkmıştı ve bir italyan mafya (dolayısıyla robert de niro ve al pacino) hayranı olan bu arkadaşım hepsini almıştı. deli gibi izliyorlardı ve ben hayret ediyordum. "bu izlediğiniz baba'nın dallas versiyonu" falan diyordum. iki üç sene önce ilk üç sezonu indirdim ve izlemeye başladım. dizi, klasik dizi formatında; "hassiktir! ne olacak şimdi?" gibi bir duyguyla biten, aslında uzun bir film olduğu düşünülebilecek bir yapım değil hani. elbette olaylar bölümler arası yayılıyor ama aslında her bölümün kendine has bir hikayesi var. yani 24 ya da lost için bu söz konusu değildir; bu tür dizilerde, kalkıp sadece ikinci sezonun ortasından bir bölümü izleyip "iyiymiş ya" deyip hayatına devam edemezsin.
dizinin merkezinde "tony soprano" var; dolayısıyla onun ailesi de. tony; hanzo, dallama bir adam bunu kabul etmek zorundayız. sadece izleyip, "bu da bir yaşam olanağıdır" demek gayet keyifliyken, bizdeki mafya(?) dizilerine olduğu gibi "bu adamı model almalıyım" tepkisini göstermeye gerek yok galiba?
dramatik yapısı, karakterlerin derinlemesine verilmesi ve müzik kullanımı beni bu diziye hayran etmiştir. (ikinci sezonun başında frank sinatra'nın "it was a very good year" şarkısı eşliğinde bir açılış vardır; demek istediğimi dört dakikada anlatır. aşağıya eklemek zorunda hissettim kendimi. kesinlikle diziden olduğu gibi bir alıntıdır; yani birinin "the sopranos" görüntüleri üzerine yaptığı bir düzenleme falan değil)

şimdi karar verip diziyi en baştan izlemek istersen bi dolu bölüm bulmak zorunda kalacaksın. nasıl bir karaktere sahip olursan ol veya cinsiyete, eğer aşağıdaki video hoşuna gittiyse, kesin bu dizi de hoşuna gidecek.
bir de şunu düşünürüm; ben bu diziyi seviyorum tamam; ama neden anlatmak istiyorum? yani hemen herkeste olan bir şey bu sanırım, bir şarkıyı seversin durduk yere onu sevdiğini herkesin bilmesini istersin? (bu arada yukarda bahsettiğim "soprano" hastası arkadaşım hiç öyle değildir bu konuda; "ayağa düşmesin" istediği için herkese bahsetmiyor, ona göre bu diziyi "hak edenler" izlemeliymiş... o halde sinan'a teşekkür edeyim en azından )

devamını göster

28 Aralık 2007

NaDa 0.5

neredeyse yıl bitmek üzere ve ben dehşet içinde fark ettim ki şimdiye kadar teknolojik gelişmeler konusunda ( şu program çıktı, bu cep telefonu modeli, şöyle bir ekran kartı, böyle bir web tasarım şeysi...vs) tek bir şey yazmamışım.
aşağılık kompleksine kapılmamak için derhal araştırdım ve tanıtabileceğim süper bir yazılım(?) buldum. yazılım değil ya işte; şey diyelim...
neyse artık...
şaka bir yana komik işte: NaDa, kendinizi iyi hissetmenizi sağlayan, bir bayt boyutunda bir döküman. ram harcamama ya da yer kaplamama özelliği ile bu "şey" tüm işletim sistemlerine uygun üretilmiş ve en büyük özelliği aslında hiç bir şey yapmıyor olması. yükleme notlarında sadece çalışan bir bilgisayar yeterli deniliyor: indirin, bilgisayarınızda herhangibir yere bırakın ve unutun...
herkes için hiç-bir-şey'den ibaret bu "nane"yi incelemek istiyorsanız buradan....

devamını göster

26 Aralık 2007

kendi kendine konuşan kediler

bir de gizli gizli marlboro içen kediler vardır. ama onları bulmak, bu güzel dünyamızda bir elf bulmak kadar zordur. yani, onlar elbette ortalıktadırlar ama sigara içerken rastlamak zordur. yanlış anlaşılmasın...
gerçi... nerderen biliyoruz? belki de marlboro içen kediler hiç görünmüyorlardır?
(1998)

devamını göster

23 Aralık 2007

pixar kısa filmler kolleksiyonu

nihayet pixar'ın şimdiye kadarki tüm kısa animasyonlarını içeren dvd yayınlandı. dvd kapağında "bölüm 1" diyor ama bu heralde "biz daha bir dolu kısa animasyon yapacağız" anlamına geliyor çünkü dediğim gibi tüm kısa'lar bir arada yayınlanmış durumda.
13 animasyonun yanında yaklaşık 20 dakikalık oldukça güzel bir belgesel de eklenmiş. tüm filmlerde sesli yorumlarla izleme opsiyonu ve ekstralar dahil olmak üzere türkçe destek bulunuyor.
toplamda 51 dakika bir şey gibi görünse de harika bir toplama.
youtube'da pixar etiketli bir kamyon animasyon vardır ama gerçekte çoğu başka stüdyoların işleridir. bu dvd muhabbeti için youtube'da kısa bir arama yaptım. sanırım yayın hakları muhabbetine tüm animasyonları kaldırılmış; sadece üzerine başka sesler eklenmiş şeyler var.
bir de south park sezonlarını yayınlasalar keşke...




film listesi:
  • the adventures of andre & wally b.
  • luxo jr.
  • red's dream
  • tin toy
  • knick knack
  • geri's game
  • for the birds
  • mike's new car
  • boundin'
  • jack-jack attack
  • one man band
  • mater and the ghostlight
  • lifted








devamını göster

22 Aralık 2007

kimin mavisi var ki?

aslında amca mavileşmemiş, sadece biraz morarmış, işte derler ya, bir insanın kendine yaptığı... artık nasıl bir malzeme kullandıysa 15 dakikalık ünlü olma hakkını bu şekilde harcamış oldu.
(galiba andy warhol'un bu sözü yakın zaman sonra "herkesin bir gün 15 dakikalık gizli çekilmiş bir seks kaydı olacak" şeklinde evrilecek. neyse abartmayım, hem konuyla bir ilgisi de yok...). amca için üzgünüm ama bir çözüm yolu üretemeyeceğime göre gülümsemekle yetineceğim. ben o hale düşseydim evden çıkmazdım heralde?

her neyse; üst üste iki masal(!) yayınlamak istemezdim aslında; ama haberi görünce aklıma yine 1996(?) günlerinden başka bir masal geldi, aşağıda bir yerlere copy paste yapılmış durumda...
ABD'de cilt hastalığı nedeniyle kocakarı ilacı kullanan yaşlı adam 'Şirin Baba'ya döndü. Yanlış ilaç ve tedavi yöntemi nedeniyle 5-10 yıl içinde cildi mavileşen Paul Karason, doktorların da kendisine çare bulamadığını belirtti. Suya karıştırarak içtiği metalden yapılan maddeyi yüzündeki yarayı iyileştirmek için süren Karason, zaman geçtikçe mavileşen cildine çare bulamadı. Mavi renge bürünen cildi nedeniyle adeta çizgi film kahramanı Şirin Baba'ya benzeyen Paul Karason, mavileşen cildiyle de cilt hastalıkları literatürünün yeni bir vakası olmuş oldu.
habertürk durumu şirinler çizgifilmine bağlamış ve beni şaşırtmayan eğlenceli-sulu haber yapma olayını biraz da aşmış: konuyla alakalı video'nun dörtte üçü şirinler çizgifilmi... (bak işte "normal" haber görüntüsü var)

işte geçmiş günlerden bir masal(!):

bir zamanlar , güneş bile daha ilk bin yıllarını yaşarken , mavisi olmayan bir endüstriyel tasarımcı yaşarmış. bu endüstriyel tasarımcının gerçekten de hiç mavisi yokmuş ve tek mutsuzluk kaynağı da bu eksiklikmiş. kasabanın ileri gelenlerinden tutun da sokaklarında top koşturan sümüklü veletlerine kadar her allahın kulu, mavisiz matruş’a gülerler, bu da yetmezmiş gibi bir de çevresinde dönerlermiş.
günlerden bir gün kasabanın limanına demir atan bir gemiden uzakdoğulu bir tüccar çıkmış. kasabanın meydanında tezgahını açmış ve dünyanın bir ucundan getirdiği birbirinden ilginç mallarını,bağıra çağıra satmaya başlamış. ahali, tüccarın başına toplanmış. neler yokmuş ki tüccarda; iç içe geçmiş yumurtalar, buharlı saatler, pembe bıyıklı tavşanlar....
bizim zavallı matruş da, meraklı ya, kalabalığa karışmış. tüccarın tanıttığı malları ilgiyle takip etmiş.bir ara dikkatini üzerinde mavi yazan bir şişe çekmiş. kalabalıktan çekindiği için de bir türlü o şişede ne olduğunu soramamış.
akşam olup da insanlar evlerine çekilmeye başlayınca, matruş meydana gitmiş tekrar. tüccar kalan mallarını istifliyor, kendi kendine bir türkü mırıldanıyormuş. çevreyi iyice kolaçan eden matruş tüccara yaklaşıp seslenmiş:
“tüccar emmi, tüccar emmi...”
elindeki koca sandığı yere koyan tüccar sesin geldiği tarafa bakmış.
“hele buyur...a-aa!” demiş hayretle, “yahu sen ne kadar da mavisizmişsin böyle! şaştım kaldım doğrusu!”
başını öne eğen matruş sıkıntılı sıkıntılı konuşmuş:
“hee... hiç mavim yoktur benim... allah da beni böyle yaratmış.”
“vay vay vay...” demiş tüccar, “de bakalım ne istersin?”
“ben şey diyecektim tüccar emmi, öğleyin tezgahında, üstünde mavi yazan bi’ şişe gördümdü...işte...” diyebilmiş matruş.
“haa” demiş tüccar, “...o şişe mi? sen o şişenin içinde ne olduğunu sanıyorsun?” diye de sormuş.
“bilmem ki, ne ola?”
“o çok pahalıdır, hem tehlikeli de bir şeydir...” demiş tüccar, matruş’un gözlerinin içine bakarak.
“olsun, pahalı olsun. ben endüstriyel tasarımcıyım, ayda iki bin dört yüz amerikan doları maaş alırım. neyse de ne diye tehlikeliymiş, ne vardır ki içinde?”
“aslında tam senlik... ondan beş günde beş bardak içersen mavin olur. olur olmasına ama nerende nasıl bir mavilik olur bilemem...” demiş tüccar.
“aman aman olsun da neremde olursa olsun!” demiş matruş ve kısa bir pazarlıktan sonra şişeyi satın almış. tam tüccarın yanından ayrılıyormuş ki tüccar arkasından bağırmış:
“dikkat et delikanlı, usulüne uygun kullanmazsan çok pişman olursun!”
“iyi be iyi...” diye söylenmiş matruş, tüccara kulak asmadan.
o gece şişeden bir bardak içen matruş’ta hiç bir değişiklik olmamış. tüm ışıklarını yakıp boy aynasının karşısında çırılçıplak dikilen matruş bu duruma çok bozulmuş.
“beş günde beş bardak ha! aman be!” demiş kendi kendine ve ardı ardına dört bardak daha içmiş. ancak ne fayda ki değişen bir şey olmamış. tüccara küfürler, beddualar ederek yatağına atmış kendini matruş.
ertesi gün, pırıl parlayan bir cumartesi olmasına rağmen derhal meydana koşmuş. ancak tüccardan en ufak bir iz bile yokmuş. akşama kadar meydanı turlasa da tüccarı bulamamış. kazıklandığını düşünerek sinirli sinirli evine gitmiş...
pazartesi sabahı işe gitmeden önce tıraş olmak amacıyla ayna karşısına geçen matruş, şaşkınlıkla fark etmiş ki yüzündeki kılların hepsi masmavi. önce sevinmiş, “artık benim de mavim var yahu!” demiş coşkuyla. ama işine üç günlük sakalla gidemeyeceğini de fark edince ne yapacağını bilememiş. banyoda volta atmaya başlamış. aklına tek gelen çözüm, patronundan yıllık iznini istemek olmuş. işyerine telefon açmış ve kendisini çok seven patronundan on beş gün izin koparmayı başarmış. matruş sevinçle zıplamış ve kendini sokağa atmış.
ahali, matruş’un kasıla kasıla yürümesine bir anlam verememiş, çünkü o gün hava kapalıymış ve matruş’un üç günlük mavi sakalı belli olmuyormuş.
“bakın bakın mavisiz amma da komik yürüyor!” diye dalga geçmiş birkaç kadın. matruş hışımla evine dönerken, “görürsünüz siz, iki gün sonra, ya da dört gün sonra, geceleyin bile masmavi sakalım belli olacak, o zaman görürsünüz!” diyerek sıkmış dişlerini.
üç dört gün sonra bakkaldan ekmek alırken, bakkal matruş’u garip garip süzünce matruş gülümsemiş. ekmeğini alıp dışarı çıktığında yüzünde öyle bir memnuniyet ifadesi varmış ki onu normalde görmeyecek olanlar bile şöyle bir dönüp bakmışlar.
“işte şimdi ben de maviliyim, heyt be!” diye mırıldanırken, bir kadının çığırtısını duymuş:
“sakallı bu be, matruş sakallı!”
sesler birbirine eklenmiş:
“ay bunun sakalı da mı çıkıyo’muş?”
“sakallı matruuuş, sakallı matruuuş!”
matruş evine kaçmış ve tıraş olmuş.

devamını göster

21 Aralık 2007

kayalara çarpmadın sadece düştün

(1)

bir zamanlar yedi kuleli büyük bir ülkede bir adam yaşarmış. bu adamı o ülkeye tanrı göndermiş ama adam tanrı tarafından gönderildiğini anlayamamış. o kadar gözleri kapalıymış ki sonunda tanrıyı inkar bile etmiş. bir çobanın oğluymuş ve hep babası gibi tasasız biri olmak istermiş. sadece bunu da istemezmiş; hayal kurarken, ülkenin kralı olmayı (2) veya çok zengin bir tüccar olmayı (3) , en azından bir kadına deli gibi aşık olmayı (4) , o da olmadı tanrı tarafından gönderilmiş olmayı (1) istermiş ve dilermiş. ama gün boyu bunların hayallerini kurduğu için hiç bir şey olamamış.
(2)
bir gün krallık seçimi yapılacakmış. o ülkede kralları ülkenin en yaşlı insanları seçerlermiş: adaylara bir soru sorarlar ve doğru cevap vereni kral ilan ederlermiş. ülkenin dört bir yanından gençler gelmişler saraya. teker teker sarayın büyük salonuna alınmışlar ve değerlendirilmişler. hepsine aynı soru soruluyormuş: taş attım kolum yoruldu;ben ne attım?
delikanlılar doğru cevabı bulmak için ince eleyip sık dokuyorlar, uzun uzun düşünüyorlarmış. sıra çobanın oğluna gelmiş. oğlan o sırada gerçekten tanrı tarafından gönderilmiş biri olsa her soruya doğru cevap vermesi gerektiğini düşünüyormuş.
en yaşlı adam sormuş:
“taş attım kolum yoruldu; ben ne attım?”
çobanın oğlu böyle bir soruyu herkesin yanıtlayabileceğini, zaten cevabının içinde olduğunu düşünmüş. ama diğer delikanlılar gibi, krallık için bu kadar basit bir sorunun sorulamayacağını,işin içinde başka bir iş olduğunu düşünmüş.
“kolunuz yorulduğuna göre taş değil olsa olsa kaya parçası atmışsınızdır...” diye cevap vermiş. hiç taş atanın kolu yorulur mu, diye düşünüyormuş.
sınavı gözü kara bir genç kazanmış. çobanın oğlu eve dönünce annesine, ihtiyar insanların taş atmakla bile kollarının yorulduğunu söylemiş.
(3)
annesi oğlana, kan yapsın diye üzüm suyu içirmeye çalışırmış ama oğlan üzüm suyundan hiç hoşlanmadığı için, annesinin hazırlayıp getirdiği üzüm sularını mahzendeki fıçılara döker, annesine içtim diye yalan söylermiş. yıllar içinde fıçılar ağzına kadar dolmuş. oğlan bunları göle dökmeye karar vermiş ve bir gece gizlice , fıçının birini yüklenmiş, göl kıyısına varmış fıçının kapağını açınca etrafa keskin bir koku yayılmış. oğlan fıçıdan bir parmak almış ve tadına bakmış. üzüm suyunun bekleye bekleye berbat bir hal aldığına karar vermiş. tam fıçıyı göle boşaltacakken arkasından bir ses yükselmiş:
“sen ne yapıyorsun bakalım orada?”
oğlan, gece bekçisine yakalandığını anlamış ve hemen fıçıyı yere koymuş. bekçiye bir cevap verememiş. bekçi oğlanın yanına gelmiş ve kuşkuyla fıçıya bakmış.
“ne var bunun içinde, söyle bakalım?”,diye sormuş.
“hiç, hiçbir şey yok!”,diye gevelenmiş oğlan.
bekçi oğlanı yana itmiş ve fıçıdakinin tadına bakmış.
“hımm, çok güzelmiş tadı... nedir bu söyle bakalım?”
“beklemiş üzüm suyu...”,demiş oğlan. bekçi fıçıyla daha çok ilgilenmeye başlayınca da kaçıvermiş oradan.
aylar yıllar sonra bekçi çok zengin bir şarap tüccarı olmuş.
(4)
çobanın oğlu bir gün çarşıda aylak aylak gezinirken bir kıza âşık oluvermiş. kızı takip etmiş, evini barkını öğrenmiş. günler sonra ona bir merhaba diyebilmek için evinin çevresinde dolanmaya başlamış. ancak her defasında nutku tutuluyormuş çünkü kız çok alımlıymış ve gizliden gizliye gülümsüyormuş. oğlanın kalbi o kadar hızlı atıyormuş ki, kıza yaklaşamıyormuş bile. aylar sonra kız evlenince, hem de kralla evlenince oğlan kendini şaraba vermiş. sabahtan akşama kadar içiyor, sarhoş olup ağlıyormuş. annesi oğlunun durumuna çok üzüldüğü için onu evlendirmeye karar vermiş ve oğluna bir kız bulmuş. ama oğlanın hiçbir şeyi gördüğü yokmuş, farkına bile varamadan bir kızla evlenivermiş; düğününde bile sarhoşmuş... evliliğinin ikinci haftasında şarap almak için evden çıktığında bakkal ona kralın şarap içmeyi yasakladığını, şarap tüccarının da başka bir ülkeye kaçtığını söylemiş. oğlan artık oğlan değil bir adammış ve bu sözleri duyar duymaz ayılıvermiş.
evine gitmiş,kapıyı karısı açmış. karısına şöyle bir bakmış ve onun dırdırını duymadığı halde ne kadar da çirkin olduğunu fark etmiş. kadın car car bağırarak bir çocuk istediğini söylüyormuş.
“tamam...”,demiş adam, “bir yıkanayım,sonra...”
banyoya girmiş,aynanın karşısına geçip kendine bakmış uzun uzun. karısı dırdır etmeye devam ediyormuş. gözlerini kapamış adam,ölmek istemiş. “korkuyorsun!” demiş. ayna da "korkuyorsun" demiş ve aynadaki aksi de ölmek istediği için öyle diyormuş.
adam gözlerini açmış,aynayı kırmış.
(?1996)

devamını göster

20 Aralık 2007

altı ay tv izlememek bir insana ne kazandırır?

ilk olarak, her gün tv karşısında geçirdiğin ortalama dakika süresini 180 ile çarpman gerek. çıkan sonuç önemli mi önemsiz mi ben bilemem; kimse bilemez. bu süreyi azaltabilir ya da “ne kadar da az izliyormuşum dünyadan haberim yok” deyip çoğaltabilirsin. dünyadan haberinin olmaması ya da olması ise tv ile bağlantısında aslında pek dingildek durumda. bu tamamen televizyonu nasıl kullandığınla ilgili. sen mal isen bir mal değneği bulacaksındır mutlaka…

altı ay tv izlemediysen, sağda solda “bırrr!” diye gezen arkadaşları ilk gördüğünde “n’oluyo be?” diyeceksin. (tekrarlandıkça alışacak bununla beraber ne olduğunu sorup öğrenecek duruma geleceksindir; bende öyle oluyor). beş para etmez dizilerde abuk sabuk ve sinir bozucu karakterlerin garip reaksiyonları milletin ağzına bulaştığında, kendini biraz dışlanmış hissedeceksin. ( mal mısın sen ya; bilmiyor musun burhan’ı?) 
 kim mal kim mal değil buna kim karar verecek peki?
 (az sonra!)

  reklam, dizi ve kimin siki kimde magazin muhabbetlerinden değil de gerçekten olan biten, “haber” olması gereken şeylerden habersiz kalmamak isteniyorsa özellikle uzak durmalı televizyondan. “insanlar tuhaflaştı, vahşi yaratıklara dönüştü” diye haber yapan haberciler (hepsi; muhabirinden, kameramanına, montajcısından ışıkçısına hepsi) tuhaf, vahşi yaratıklar meydana getiriyorlar. benim aklım sadece bir müzisyenle ya da direk müzikle ilgili bir haberde fon müziği kullanmayı kabul edebiliyor; hayır her haberin arkasında bangır bangır müzik var. müzik ile bir sorunum var evet; bu ülkede tıngırdayan şeyle daha doğrusu. bir adam kanser olmuş ölüyor arkada mohikanların sonuncusu çalıyor; türk askeri sınır ötesi harekat yapacak arkada görevimiz tehlike; gezegende felaket yaşanıyor deep impact filminden bir sahne izliyorum. “sen görüntüde can çekişen çocukla alakalı duygusal bağı kuramazsın ben alttan müzik vereyim de seni kıvama sokayım” diye düşünüyorlar sanırım. uzun yıllar sonra başarılı habercilerimiz, götlerindeki kıllar kadayıf olmuş halde röportaj verecekler; “böyle yapılmaması gerekir(di)” diye. kim diyecek bunu; ölen insanlar için “bilanço” tabirini kullanan, her türlü olayı “gelişme” olarak gösteren, işe yaramaz “tip”leri, “kahraman” gibi, “sanatçı” gibi, “adammış” gibi tanıtan o ciddi haberci. diğeri ve öbürü; hepsi… 
 “normallik kolektif deliliktir” demişti, derse giren akademisyen, ilgilenmediğim bir psikoloji dersinde. işte bu, “kim mal?” sorusuna biraz açıklık getiriyor. reklam yayınlayan bir “ana haber” programı elbette her felaketi, ölümü “gelişme” diye sunacaktır; her ölüm tabii ki “bilanço” hesabında yerini alır. leş yiyicilik peşinde koşma derecesinde aşağılık bir insan olmak gerekiyor sanırım… fazlasıyla sululuk var yaptıkları işlerde. ben çocukken televizyondaki en sıkıcı şey haberlerdi. “ajans başlayacak” uyarısı herkesi sustururdu. eh, haber olan şeyler de genellikle sıkıcıdır… yok öyle bir derdim; “ben tv izlemiyorum” havasıyla beslenen. beni yükseltmiyor tv izlememek. genellikle yemek zamanlarına denk gelen haberlerle karşılaşıyorum ve her defasında hayretler içinde kalıyorum. elbette televizyonda binlerce seçenek var; diziler, filmler, belgeseller, müzik yayınları vs vs… harika bir olanak kutusu aslında. o kadar keyifli ki, ana haber bültenini sunan üç kağıtçı, iki yüzlü, para taklacısı karaktere (ve dolayısıyla tüm ekip arkadaşlarına) “siktir lan yavşak!” demek ve kanalı değiştirmek… 

(edit: bu yazı için fon müziği: serdar ateşer, avdet seyri albümünden "medya tavırs") ("çok zor saatlerdi... ama -!!!!- bu gün kansız bitti")

devamını göster

18 Aralık 2007

mim: röportaj ha?

hmf beni mimlemiş. ben de yine mimlenmiş oldum. "kendi kendine röportaj yapıla" diye buyuruyor (sanırım) mim (kaynağı nedir bu mimin acaba?) ama röportaj gibi değil, anketmiş gibi düşünüyorum bunu.

1. blog yazmaya ne zaman başladım?
arşivime bakılırsa ağustos 2005'de blogger'la başlamışım ama ondan önce de ters meditasyon vardı. (şu anda tüm linkleri buraya yönlendirilmiş durumda ya da onun gibi bi'şey) tamam o bir blog değildi. ben de zaten blog nedir bilmiyordum çok yüksek olasılıkla. ters meditasyon ile beraber oda gezisi isminde bir sitem vardı ama tek başına bir proje gibiydi. on-onbeş flash uygulamayla gayet kişisel ama deneysel bir işti. bir ara yayınlarım buradan çünkü tek bir kur programı haline getirmiştim site kapanınca... evet iyi fikir...
yandaki arşivde ağustos 2005 ile mart 2007 arası yok görünüyor. evet o dönem yok. neden yok?

2.blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum?
aslında bu gün ne yaptım, falan hakkında ne düşünüyorum gibi şeyler yazmıyorum. mümkünse özgün malzemeler kullanmaya çalışıyorum. tabii internette görüp de beni etkileyen hoşuma giden şeylerden falan filan... belirli bir çizgim yok sanırım.

3.Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum?
hayır.

4.blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?
eğlenceli kesinlikle; bir de işte kişisel tatminler dünyası? artan bir bekleyiş falan olacağını zannetmiyorum; kimseye bir söz vermez ki insan böyle bir şey yaparken? en azından ben vermedim. bir de zaten reklam vs gelir getirici bir dalga bulunmuyor burada, sadece tercihler işte...

5.blog yazmayı daha ne kadar sürdüreceğim?
bilmiyorum; dört yıl sonra kutuplarda bir kola bardağına yetecek kadar bile buz kalmayacakmış?

devamını göster

15 Aralık 2007

karanlıkta parlayan kırmızı kediden korkmayan fare

daha önce buzdolabında rahat dursun diye küp karpuz yapan japonlar (normal karpuz bilindiği üzere oldukça haşarıdır ve buzdolabının altını üstüne getirir.) şimdi de kediden korkmayan fare modeli geliştirmiş. genleri ile oynanan fare, kediden korkmuyormuş.(ntvmsnbc)
benzer zamanlarda güney kore'de çalışmalar yapan bir grup araştırmacı da, karanlıkta (ama ultraviyole ışınlar altında) kırmızı parlayan ankara kedisi "yapmışlar". işte onun haberi de şu bağlantıda: ntvmsnbc
bir de dört sene falan kalmış; kutuplardaki tüm buzun erimesine.
on yıl kadar sonra gezegenimizin asıl imalatçıları fareler*, bir gece vakti dünyaya geldiklerinde okyanusta yüzmekte olan küp karpuzlara tünemiş kırmızı ultraviyole ışınlar saçan ankara kedileri ile karşılaşacaklar belki de?
ne saçma bir final!

*
"dünyalı, üzerinde yaşadığınız gezegen farelerce ısmarlanmış, parası farelerce ödenmiş ve farelerce işletilmekteydi. yapılma amacına ulaşılmasından beş dakika önce yok edildi. böylece bir yenisini yapmak durumunda kaldık."
yalnızca bir kelime ulaşmıştı arthur'a.
"fareler mi?" dedi.
(...)
"korkarım ki üzerinizde deneyler yapıyorlardı."
arthur bir süre düşündü bunu sonra yüzü aydınlandı.
"ama hayır," dedi, "yanlış anlaşmanın kaynağını buldum. hayır, bakın, gerçekte biz onlar üzerinde deney yapıyoruz. genellikle davranış araştırmalarında kullanılırlar, pavlov ve bunun gibi şeyler. yani olan şey, farelerin bütün deneylerden geçmesi, zilleri çalmayı öğrenmeleri, labirentlerde koşturmaları ve öğrenme sürecinin bütün doğasının araştırılabilmesini sağlayacak şeyler yapmalarıdır. davranışları üzerindeki gözlemlerimizden kendimiz hakkında her tür..."
arthur'un sesi kesiliverdi.
"böylesi bir ustalık..." dedi slartibartfast, "hayran olmamak elde değil."
"ne?" dedi arthur.
-->douglas adams, her otostopçunun galaksi rehberi, sarmal yayınları, s:168-169 )

devamını göster

10 Aralık 2007

goldie 9

bir çöp öğütücüsünün organik refranslı görünümünden ibaret bir yaşam formuymuş bu; biz köpek zannediyoruz.

10 ay sonra sonunda beni ısırdı. ağzındaki kemiği almaya çalıştığım için. normalde kaçıp saklanıyor ama o anda kaçma şansı yoktu. anneler genellikle doğru söylerler ya: "köpeğin ağzından kemiği, sarhoşun elinden içkisini almaya çalışmamalı". köpeği öğrendik; sarhoş kısmını kendimden biliyorum...
aşağıdaki video çekilmeden önce de o malum kemik yüzünden elimi ısırmaya çalıştığı için biraz "çavuşluk" yaptım.
eh, eğitim elbette şart!


bonus: semtin kedileri...






























devamını göster

07 Aralık 2007

tipitip

tipitip, en kahraman rıdvan isimli hayranı olduğum karakterin yaratıcısı karikatürist bülent arabacıoğlu'nun, 30 yaşını çoktan devirmiş bir karakteri.. (milliyet'te, ünlü usta ile yapılmış bir tipitip röportajı bulunmakta.) bir zamanlar annemin biriktirmeye başladığı daha sonra benim devam ettiğim sakız kağıdı kolleksiyonumuzun bu ilk bölümünden ilk 40 parçayı aşağıya ekliyorum; sadece 50 parçayı yayınlıyabiliyorum çünkü slide bu kadarına izin veriyor.

düzeltme tabii: slide pek soğuk ve zor; işte merak ettiğine tıkla, kocaman açılsın...

zaman içinde 172 örneği de yayınlayacağım; çok bir şey değil aslında çünkü daha yüzlerce "tipitip" karikatürü çizdi bülent arabacıoğlu.













































Share/Save/Bookmark

devamını göster