31 Mart 2007

mama kabında su bulamayan goldie delirmişken:

devamını göster

27 Mart 2007

g o l d i e





=> 26032007

devamını göster

19 Mart 2007

PUNK


“aman yarabbim! mürebbiyeyi çağırın hemen!”
“sakin olun bayan, mürebbiye size yardım edemez...”
“a-aa! şaştım kaldım vallahi! ay, üzerime iyilik sağlık; bu tırtıklanmış muhallebi benimle mi konuşuyor yoksa ben artık bunadım mı?”
“pişt! sakin olun lütfen;ne kadar genç ve güzel görünüyorsunuz...”
“mürebbiye! mürebbiye!”
“hay mürebbiyeniz batmasın hanımefendi...hadi bakalım gelsin de görelim;ne halt yiyecek?”
mürebbiye yarı esrimiş kafasıyla mutfağa girer.
“evet,ben o kişiyim!”
“bana burada olup bitenleri açıklayabilir misiniz rica etsem?”
“o...o bir kase muhallebi efendim...bir kase muhallebinin neyini açıklayabileceğimi düşünüyorum da...”
“o sıradan bir muhallebi değil!”
“evet biraz tırtıklanmış...emin değilim ama...”
“siz sarhoş musunuz kuzum?”
“rezil kokuyor...”
“a-aa! hanımefendi bakın,bu tırtıklanmış muhallebi konuşuyor! a-aa! sizce de pek zihin bulandırıcı bir hadise değil mi acaba?”
“zihin ha! hay allah...”
“siz susar mısınız!”
mürebbiye,hanımefendi ve tırtıklanmış muhallebi bir süre susarlar.(susmak:hiç ses çıkarmadan durmak ama örneğin uyumamak da...) içeri anthony girer. olaylar hiçbir şekilde gelişememektedir. buna rağmen anthony konuşur:
anthony :hey!neler oluyo’ burada ?

tırtıklanmış muhallebi: heh!
anthony: a-aa! bu muhallebi ses çıkardı!
hanımefendi: rica ederi anthony ,bir de sen başlama...
anthony: neye başlamayım?
hanımefendi: muhallebiye...
mürebbiye: ha ha...
anthony: bu muhallebi tırtıklanmış! mürebbiye! mürebbiye!
mürebbiye: ben buradayım zaten efendim...boş yere bağırıyorsunuz zannımca...
anthony:ah evet,farkındayım. bu kahrolası muhallebiyi kim tırtıkladı müreb?
mürebbiye: bence...
tırtıklanmış muhallebi: lütfen!
mürebbiye: bence...
tırtıklanmış muhallebi: lütfen! ben kahrolası bir muhallebi değilim!
mürebbiye: bence...
hanımefendi: of...
mürebbiye: bence kesinlikle kendisine sormalısınız.
anthony: sen, muhallebi! seni kim tırtıkladı? cevap ver hemen!
tırtıklanmış muhallebi: sanırım sizinle konuşmak istemiyorum... çok kabasınız.
hanımefendi: hakkı var anthony!
anthony: biliyor musun mimi, bu gün çok yoruldum...
hanımefendi: a-aa! doğru, benim adım o! ne kadar güzel bir adım var değil mi mürebbiye?
mürebbiye: evet hanımefendi. bir kızım olursa ismini mimi koymayı çok isterdim...
hanımefendi: isterdim demekle ne demek istiyorsun? yani istediğin halde hep içinde ukde mi kalacak?
anthony: susar mısınız! sen muhallebi;lütfen söyler misin bana;seni kim tırtıkladı?
mürebbiye: ben de merak ediyorum doğrusu....
anthony: onunla ben konuşuyorum müreb!
mürebbiye: özel bir şey konuşacaksanız çıkabilirim?
anthony: hayır kal burada...
mürebbiye: peki efendim...
anthony: ama sessiz ol lütfen... evet dinliyorum seni muhallebi?
tırtıklanmış muhallebi: sanırım sizler delisiniz... burada durmuş bir muhallebiyle konuşuyorsunuz... bunu eş dost meclislerinizde anlatmayın bari. rezil olursunuz!
anthony: a-aa! hem de ukala bu!
tırtıklanmış muhallebi: beni küçük kızınız emma tırtıkladı diyelim...
anthony: emma mı? yalan bu!
hanımefendi: saat kaç oldu?
mürebbiye:sabaha karşı üç... uykunuz mu geldi efendim?
anthony: susar mısınız!
tırtıklanmış muhallebi: kızınız hakkında daha bilmediğiniz bir dolu şey olduğunu da söyleyebilirim size...
tabii ki odaya emma ve en yakın arkadaşı götlek jeremy girer. emma’nın elinde çürüye yazmış bir fare vardır.
hanımefendi: emma!
emma: anne!
hanımefendi: emma!emma!
emma: keser misin anne! evet o benim... emma...
anthony: o da nesi?
götlekjeremy: benim bay anthony...jeremy!
anthony: kapa gaganı götlek!
hanımefendi: anthony?
anthony: ama onun lakabı o balım... herkes onu öyle çağırır...
hanımefendi: ama o zaten burada... çağırmana gerek yok ki?
anthony: yani ona öyle seslenirler, demek istiyorum... senin uykun gelmedi mi balım?
hanımefendi: hayır! bu olay açığa kavuşturulmadıkça gözüme bir dirhem bile uyku girmez!
emma: bak! fare!
mürebbiye: ama bu ölü emma; lütfen burnumdan çeker misin?
anthony: emma!
emma: baba!
anthony: emma! emma! müreb’i rahatsız etmeni men ederim! o senden on beş yaş büyük!
mürebbiye: on sekiz , efendim...
anthony: kapa çeneni müreb!
tırtıklanmış muhallebi: he he he... çatlak bunlar...
anthony: emma, bu sersem muhallebiyi sen mi tırtıkladın?
emma: hangi muhallebiyi?
tırtıklanmış muhallebi: beni güzelim... ne o şimdi hatırlamadığını mı söyleyeceksin?
emma: a-aa! bu muhalliş konuşuyo’!
mürebbiye: evet emma...
anthony: sus müreb! evet emma?
hanımefendi: haklısın kızım konuşuyor...
götlek jeremy:vay be! n’aber adamım?
tırtıklanmış muhallebi: ne?
anthony: susun! susun diyorum size!
tırtıklanmış muhallebi: ben de mi susayım?
anthony: özellikle sen sus! evet emma?
emma: nası’ yani? sustum işte...
anthony: onu sen mi tırtıkladın?
hanımefendi: kendisini senin tırtıkladığını iddia ediyor güzel kızım...
emma: tırtıklamak da ne demek?
götlek jeremy:he he he...
anthony: kapa gaganı götlek! yani, onu sen mi çatal ya da başka bir aletle kurcaladın?
emma: ne fark eder ki?
anthony: ne demek ne fark eder?
emma: yani tırtıklamış olsam ne olacak ki?
uzun bir sessizlik olur.
hanımefendi: ee..bu..
anthony: bak emma bu davranış...eee...mürebbiye?
mürebbiye: evet efendim?
anthony: bir şey söylesene!
mürebbiye: nasıl bir şey efendim?
anthony: ne bileyim... bir saattir tartışıyoruz...
tırtıklanmış muhallebi: ha ha ha...
götlek jeremy: emma, hadi gidelim...
hanımefendi: emma, güzel gözlü yavrum benim...
emma: benim gitmem gerek...
anthony: muhallebini bitirmeden hiçbir yere gidemezsin!
emma: o benim muhallebim değil!
anthony: o halde neden tırtıkladın onu?
emma: sütlaç sandım; değilmiş!
hanımefendi: sütlaç mı?
tırtıklanmış muhallebi: böğk!
hanımefendi: canın sütlaç mı istiyor kızım; söyle bana?
emma: hayır benim canım gitmek istiyor!
tırtıklanmış muhallebi: sütlaç ha! tanrım berbat!
götlek jeremy: şu muhallebiyi de yanımıza alalım...
hanımefendi: nereye gideceksin bu saatte sersem kızım?
emma: muhallebiyi de alıp gideceğim işte!
anthony: o muhallebiye dokunma sakın!
emma: nedenmiş?
anthony: dokunmanı istemiyorum; o kadar!
emma: öff!
hanımefendi: emma!
emma:anne!
hanımefendi: dur gerzek kızım!
götlek jeremy:iyi günler bay anthony;bayan mimi...
anthony: hey!
mürebbiye: sanırım benimle olan işiniz bitti...
emma, götlek jeremy,mürebbiye ve tırtıklanmış muhallebi çıkar. anthony ile mimi bir süre kapıya bakarlar.
hanımefendi: biliyor musun anthony; bazen ne düşünüyorum...
anthony: gitti be!
hanımefendi: beni dinliyor musun?
anthony: ee.. evet pekmezim?
hanımefendi: en son ne zaman seviştiğimizi hatırlıyor musun?
anthony: bu da nereden çıktı şimdi?
hanımefendi: nereden mi çıktı?bu..evet anthony;bu benim aklımdan hiç çıkmıyor... sevişmek istiyorum ben anthony; eski günlerdeki gibi...
anthony: mimi ; kızımız gecenin üçünde bir dalyarak, bir kase muhallebi ve bir ölü fareyle karanlığa karışıyor ve sen sevişmekten bahsediyorsun öyle mi?
hanımefendi: ne yapalım? onlar çıkıp gitti ve baş başa kaldık... aklıma geldi işte...yani yine...
anthony: ben..ben sanırım yalnız kalmak istiyorum...
hanımefendi: pekala! kal! ben da kalayım!

devamını göster

uygunsuz gerçek




devamını göster

bir şeyin önce ya da sonra olması:

eğer onu döversek daha sonra bi götlük yaptığında “biz onu dövmüştük” deriz ve götlük-dövme ilişkisini daha sonra kurabiliriz. fark etmez... ona dayak atmak için bir götlük yapmasını beklemek zorunda değiliz. böylelikle hem onu dövdükten sonra düşmanlık görmemize hem de o götlük yaptıktan sonra düşmanlık göstermemize gerek kalmaz... bununla beraber biz onu dövdük diye götlük yaparsa dövmekle iyi yapmış oluruz...

devamını göster

16 Mart 2007

olabildiğince şey’ettim

abi çok kötü bir –ömür-gün-yıl-an bir şey işte bilirsin sana mı anlatacağım işte öyle bir şey geçirmiştik hani denir ya leş gibiydik, aklın almaz! ben de biraz sinirli miydim ne bileyim üzgün müydüm neydim tam hatırlamıyorum…neyse biz açtık biraları oturduk; küçük bir teyp-kasetçalar-müzik seti-ses düzeni getirmiş bizimki, koydu mu hemen daha muhabbet bile başlamamışken alaylı-kalaylı-bol cancanlı müziği…. allaaah, tokuşturduk hemen biraları, şarkı inceden işledi içimize, bir şey demedik; bıraktık ki işlesin…..


lan sen şimdi beni anlamadın… ben sana diyor muyum şimdi o ne yaptı yok bu ne yaptı diye soruyor muyum yok hayır sormuyorum o halde ne sikime derman anlatmaya çabalıyorsun? şurda oturmuş dertleşiyoruz bildiğin başka makam yok; neden öyle oldu neden böyle oldu hikayesi…yetti ya!

epeyce içtik boş yere hazırlanmadık ya biz! sabah rüzgarı esmeye başladı bir ara ne ara tabii lan sabaha doğru ne ara olacak sokulduk birbirimize hayvanız sanki yok aslında hayvanız biraz ne yalan söyleyim işimiz ne yoksa bu saatte! baktım böyle olmayacak bir türkü söylemeye başladım. ulan o kadar mı kötü söylenir ya, beş dakka dayanamadı pezevenkler, sus da sus yetti de bitti! ne haliniz varsa görün dedim bastım yürüdüm…. geldi yanımda bizimki… elinde bira şişesi bir fırt kalmış ama bir saaattir erteliyor… git oğlum dedim ama dinlemedi.

“abi ben herşeyi sonradan anlıyorum” bunu dedi bana…sonra sustu. ben düşündüm hemen, acaba ben de mi her şeyi sonradan anlıyorum diye? zamanında hatta derhal-anında-şimdi-bir an önce- anlamak lazım gelir… endişelendim, bir ayar yapayım dedim olan bitene ucunu bucağını bulamadım….ha koy götüne gitsin amına koyum dedim… ona da öyle dedim. öyle ama, o kadar kolay değil dedi… kolay lan! dedim, kestirip attım.

git bak şunlara dedim uzaklaştırdım yanımdan. ardından baktım, götveren böcek gibi göründü gözüme. elinde bira şişesi eğile büküle yürümeye çalışıyor… hay allah belanı versin! hay allah belamı versin! ulan allah bir beş dakka daha harcasın hepimizin belasını versin be! damını terasını sikerim dedim çıktım betona. baktım hala yürüyor…ne zaman acele ettin ki amına koduğumun uyuşuğu; “koy götüne gitsin laan!” dedim bıraktım kendimi boşluğa….bir düşüyorum sorma…düşerken diyorum ki, derdinizi, derdimi sikeyim işte buymuş lan işte buymuş!

devamını göster

zaman makinesi midir?

ben, zaman makinesi araştırma ve geliştirme ünitesinde asistan olarak çalışıyordum. yüzyılı aşkın bir zamandır bu aletin icadıyla alakalı teoriler, araştırmalar yapılmıştı ve biz gelinebilecek son noktaya geldiğimize inanıyorduk. zamanda yolculuk konusunda geleceğe değil geçmişe yönelik amaçlarımız vardı. hocamız, profesör, geleceğe zaten hali hazırda yaklaştığımıza, ama gittikçe uzaklaştığımız geçmişimize dönmenin çok daha başka bir şey olduğuna inanıyordu ve her şey buna göre yapılıyordu.

o gün bilimsel araştırma tarihi için de önemli bir gündü bence; zaman makinesini denediğimiz gün! şu anda bana komik gelen şeyler var ama inanın o sıralar hepimiz saçlarımızı yoluyorduk çünkü makina tüm fonksiyonlarıyla doğru çalışıyordu; tüm hesaplamaların sonucu zamanda geriye gittiğimizi gösteriyordu ancak yerimizden kımıldamamış buluyorduk kendimizi… bilim tarihi ince düşünen zeki insanlarla doludur ancak bu insanlar bazen önlerindeki kocaman bir fili bile göremeyecek kadar kendilerini işlerine kaptırmış olabilirler… evet, geçmişe gitmeyi başarmıştık hatta başardığımızı fark edene kadar on dört kere tekrarlamıştık bu yolculuğu!
çok garip bir durumdu; size şöyle açıklamaya çalışayım: zaman makinemiz sadece yedi dakika öncesine götürüyordu bizi. bununla beraber, tekrar çalışması, her şey yolunda giderse dört dakikayı alıyordu… kısacası zamanda sadece birkaç dakika öncesine yolculuk yapabiliyorduk ve örneğin aristoteles'in kafasına bir taş atabilmek için yüzyıllarca uğraşmamız gerekecekti! sanırım bir arkadaşımız buna benzer yolculukların süresiyle alakalı bazı hesaplamalar yapmıştı da… ancak hiçbir detay hatırlamıyorum… sadece yüzyıllardan bahsediliyordu!
hatırladığım bir şey var ama; o da profesörün araştırmalarımızı sona erdirmeden önce söylediği şu laf: "bunca denemeden sonra hala yerimize sayıyorsak ya insanlık zamanda çok gerilere gitmeyi asla başaramayacak ya da bize yardım etmeyecek kadar dangalaklar "

devamını göster

daha biraz




devamını göster

monkey island theme

monkey island, efsanevi bir "korsan" oyunu. denizci olan korsanlar ama; oyun ve korsan kelimelerinin yan yana gelmesiyle ilk anlaşıldığı gibi değil. işte bu adamlar bu çok komik macera oyunun ana müziğini çalmışlar. gruplarının isminin "press play on tape" olması da aklıma, "bu herifler sadece oyun müziği mi çalıyorlar acaba?" sorusunu getirdi. [aynen öyleymiş: pressplayontape.com]
tam bu noktada "ne ilgisi var?" diye soruyorsan, commodore64 ile bir ilgin yok demektir... üzülecek bir şey yok ama bu saatten sonra...

haydi hep beraber neşe ile izleyip "eski oyunlar ne güzeldi yav" diye düşünmeden edemeyelim....


(02:30 itibariyle coşuyorlar)

ayrıca senin için bir anlam ifade ediyorsa, yine aynı gruptan ghosts'n'goblins:



(bitirememiştim ben o oyunu...)

devamını göster

1957 dünya kupası final maçı

1957 dünya kupası final maçına çıkmıştık, Fas'ta… stadyum onbinlerce kişinin bağırış çağırışıyla inliyordu. önce rakip takımın milli marşı okundu, ardından bizimkine geldi sıra. marşımızın tam ortalarındaydık ki neredeyse aynı anda patlamalar oldu. gözümü açtığımda takım arkadaşlarımın yerde kanlar içinde kıvrandığını dehşetle fark ettim. yerimden kımıldayamadım, oysa herkes bir yana koşuyordu. orta yuvarlağın ortasında öyle donakalmıştım…
polis böyle bir olayın dünya tarihinde eşi benzeri bulunmadığını belirtti. stadyum çevresindeki yüksek binalara mevzilenmiş on bir kişi, dürbünlü tüfekleriyle aynı anda, takımımızın oyuncularına ateş etmişlerdi.
beni neden vuramadıklarını çok sonra anladık… beni vuramamışlardı çünkü ben kurşunlara gelmeyeyim diye yıllar önce efsunlanmıştım.



hükmen mağlup kabul edilip, ikincilik ödülünü ülkemiz takımına vermeyi kararlaştıran olimpiyat komitesi başkanı, bizzat bana ikincilik kupasını verirken gözyaşlarını tutamamış ve "iyi mücadele edebilirdiniz ama olmadı… bunu unutup önünüze bakmanız gerekiyor, özellikle orta sahada bazı problemleriniz var, bunları düzeltmek gerek, siz elinizden geleni yaptınız…" demişti…
1957 gerçekten futbol adına başarısız bir yıldı.

devamını göster

alıntılar 2

ölümle karşılaşınca paranın hayatta hiç önemli olmadığını anladım, diyecek değilim. insan hayatta değilken bile paranın değerini biliyor. (s.10)

yine de ama katilliğe alışmak zor. evde duramıyorum, sokağa çıkıyorum; sokakta duramıyorum, öteki sokağa yürüyorum ve insanların yüzlerine baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçmemiş olduğu için, pek çok kişi masum zannediyor kendini. bu küçük talih ve kader meselesi yüzünden, insanların çoğunun benden daha ahlaklı ya da iyi olduğuna inanmak zor. olsa olsa henüz cinayet işlemedikleri için biraz daha aptal suratlı oluyorlar ve bütün aptallar gibi iyi niyetli görünüyorlar. gözünde bir zeka ışıltısı, yüzünde ruhundan yansıyan bir gölge gördüğüm herkesin gizli bir katil olduğunu anlamam için,o zavallıyı öldürdükten sonra, istanbul sokaklarında dört gün yürümem yetti. yalnızca aptallar masumdur. (s.23)
üslup diye tutturdukları şey, kişisel bir iz bırakmamıza yol açan bir hatadır yalnızca. (27)
hatırlamak gördüğünü bilmektir. bilmek gördüğünü hatırlamaktır. görmek hatırlamadan bilmektir. (s.91)
aşk mı insanı budala yapıyor yoksa sadece budalalar mı aşık oluyor? (s.98)
üç şeye yarar rüyalar:
elif: bir şeyi istersin. ama istemene bile izin vermezler. o zaman rüyamda gördüm, dersin. böylece istediğini sanki sen istemeden istersin.
be: birisine kötülük etmek istersin. mesela birisine iftira edeceksin. o zaman rüyamda gördüm, falanca hanım zina ediyormuş, dersin; ya da falanca paşaya testi testi şarap gidiyordu, rüyamda gördüm, dersin. böylece inanmasalar bile, kötülüğün bir kısmı söylendiği için hesaba yazılır.
cim: bir şey istersin,ama ne istediğini bile bilmezsin. anlatırsın karışık bir rüya. hemen yorumlayıp, ne istemen gerektiğini, ne verebileceklerini sana söylerler. mesela derler ki: bir koca, bir çocuk, bir ev gerek sana....
bu rüyalar gerçekten uykularımızda gördüğümüz şeyler değillerdir hiç. herkes güpegündüz gördüğü rüyayı gece gördüm diye anlatır ki işe yarasın. gece gördükleri gerçek rüyaları olduğu gibi ancak aptallar anlatır. o zaman ya seninle alay ederler ya her seferinde olduğu gibi rüyanı kötüye yorarlar. (s.165)
ama kendini korumak için aklını sürekli çalıştıran benim gibi birinin mantığıyla değil, mantıksızlığıyla anlaşılır bir şey olmalı aşk.
(benim adım kırmızı/orhan pamuk)


şunca yaşamın bana öğrettiği bir şey varsa, evlat, o da hayatta her şeyin olabileceğidir. iş kadınlarla erkeklere gelince, hiç bahse girmemeli. (s.105)
hiçbir şey yapmadan durup beklersen, erişmeyi istediğin şey ayağına geliverir. (s.105)
ama kendiniz olmaktan çıkmayı öğrenmelisiniz. işte her şey bununla başlar, gerisi de arkadan gelir. bırakın kendinizi de buharlaşın. bırakın kaslarınız gevşesin, ruhunuzun içinizden dışarı çıktığını hissedene kadar soluk alıp verin. sonra da gözlerinizi yumun. işte böyle yapılır bu iş. bedeninizin içindeki boşluk, sizi çevreleyen havadan daha hafif olur. yavaş yavaş sıfırdan da aza iner ağırlığınız. gözlerinizi kaparsınız; kollarınızı iki yana açarsınız, buharlaşırsınız. ve sonra, ağır ağır yerden yükselirsiniz. işte böyle.
bir insanın yüzüne uzun süre bakarsanız sonunda kendinize bakar gibi olursunuz. (s.33)
yerin altında bir süre kaldıktan sonra bir daha dünyaya ala aynı gözle bakamazsınız. dünya anlatılamayacak kadar güzelleşir gözünüzde, ama bu güzellik öylesine geçici, öylesine gerçek dışı bir ışığa bulanır ki, asla somutlaşmaz; onu her zamanki gibi görebilseniz de, dokunabilseniz de, bir yanınız onun bir seraptan öte bir şey olmadığını sezer. pisliği tepenizde hissetmek, onun baskısını, soğukluğunu, ölüme benzer hareketsizliğin verdiği paniği yaşamak bir şeydir ama gerçek terör daha sonra başlar. toprağın altından çıkarıldıktan, ayağa kalkabildikten, yeniden yürüyebildikten sonra. o dakikadan başlayarak, yaşadığınız her şey yerin altında geçirdiğiniz saatlerle ilintilidir. hayatta kalabilmek için verdiğiniz savaşımı kazanmış olsanız da, bunun dışında neredeyse her şeyi yitirmişsinizdir: kafanızın içine –azıcık da olsa- delilik tohumları ekilmiştir. ölüm içinizde yaşamakta, saflığınızı, umutlarınızı tüketmektedir. sonunda geriye pislikten, pisliğin sağlamlığından ,sonsuz gücünden ve yengisinden başka hiçbir şey kalmaz. (s.39)
(yükseklik korkusu/mr.vertigo/paul auster)

“dinle: fantazya seleni, bizim isteklerimize göre tepki gösteriyor. onu böylesine dirençli kılan, yine bizim isteklerimiz. biri ne kadar içeri girmek isterse, kapı bir o kadar sıkı kapanıyor. ama o biri hiçbir şey düşünmeyip, hiçbir şey istemezse, kapı o kişiye kendiliğinden açılıveriyor.”
(bitmeyecek öykü/michael ende s.113)

“yaşayanların bir çoğu ölümü hak ediyor. ve ölenlerin bir kısmı da yaşamayı hak ediyor. yaşamı onlara verebilir misin? o halde öyle hak, hukuk adına ölüm buyurmakta çok acele etme. çünkü en bilge olanlar bile her şeyin sonunu göremez...”
(yüzüklerin efendisi/yüzük kardeşliği/tolkien s.83)

“bakışınızdan mahrum bırakılmış biri olarak amayım çünkü beni göremiyorsunuz; dilsizim çünkü benimle konuşmuyorsunuz; hafızadan yoksunum çünkü beni hatırlamıyorsunuz...” (s.8)
“hayvanlardan farklı olarak, ölmek zorunda olduğumuzu bildiğimizden, o ana kadar, bize rastlantı tarafından ve rastlantı eseri verilmiş yaşamın tadını çıkaralım.” (s.52)
“her şeyi yok eden bir kral güçlüdür, her şeyi elde eden bir kadın daha güçlüdür ne var ki, aklı boğan şarap daha da güçlüdür.” (s.53)
“ona aşkınızı, içtenliğinizi öne çıkararak açıklarsanız, gülünç görünürsünüz.”
“ama ona gerçeği söyleyeceğim...”
“gerçek güzel olduğu kadar iffetli bir genç kızdır, bu yüzden her zaman harmanisine sarınmalıdır.”
“ama ben ona kendi aşkımdan bahsetmek istiyorum, sizin betimlediğiniz aşktan değil!”
“gene de inandırıcı olmak için kendinizi başka türlü gösterin. entrikanın görkeminden nasibini almamış kusursuzluk yoktur.” (s.101)
“gerçek ne kadar çok güçlükle karşılaşırsa o kadar hoşa gider ve aşkımızı ilan etmek bize ne kadar zor gelirse o kadar değerli kabul edilir.” (s.101)
sonuçta aşkın kusursuzluğu sevilmekte değil seven olmaktadır. (s.167)
roberto kıskançlığın, olan, olmayan ya da asla olmayacak şeylere göre biçim kazanmadığını; hayal edilen bir rahatsızlıktan gerçek bir acı çıkaran bir aktarım olduğunu; kıskanç kişinin tıpkı hasta olma korkusu yüzünden hastalanan hastalık hastasına benzediğini biliyordu. sonra, aman ha, diyordu kendisine, seni öteki kadını öteki erkekle bir arada düşünmeye zorlayan bu acı verici palavraya kapılma; üstelik hiçbir şey yalnızlık kadar kuşkuyu körüklemez ve hiçbir şey hayal kurmak kadar kuşkuyu kesinliğe dönüştürmez. ama, diye ekliyordu, sevmezlik edemeyeceğime göre kıskanmazlık edemem, kıskanmazlık edemediğime göre de hayal kurmazlık edemem. (s.305)
ateş için rüzgar neyse, yokluk da aşk için odur: küçüğünü söndürür, büyüğünü alevlendirir. (s.305)
(önceki günün adası/umberto eco)

içtiğin zaman dünya yine oradaydı, kaybolmuyordu ama boğazına sarılmıyordu en azından. (s.57)
dünyanın bütün kadınları oro...pu değil, seninki öyle sadece, derdim kendime. (s.120)
(factatum/charles bukowski)

içki meselesi bu, diye düşündüm kendi kendime bir içki alırken. eğer berbat bir şeyler olmuşsa, unutmak için içersin; iyi bir şeyler olmuşsa kutlamak için içersin ve hiç bir şey olmamışsa bir şeyler olması için içersin.
(kadınlar/charles bukowski s.192)

öğle sonrası akşamüstüne dönüşüyordu ama bezgindim. ölüm sıkıcıydı. ölümün en kötü yanı buydu. sıkıcıydı. geldikten sonra yapabileceğin tek şey yoktu. onunla tenis oynayamaz ya da bir kutu şekerlemeye dönüştüremezdin. patlak bir lastik kadar kesindi. ölüm aptaldı. (s.128)
“insan evrenin kanalizasyonudur.” (s.9)
camus’nün resistance, rebellion and death kitabını aldı, birkaç sayfa okudu. acı çekmekten, dehşetten ve insanlığın içinde bulunduğu sefaletten söz ediyordu. camus, ama bunu öylesine rahat ve süslü bir dille yapıyordu ki, olup bitenlerden insan olarak da yazar olarak da etkilenmediği izlenimi uyandırıyordu okurda. başka bir deyişle, her şey güllük gülistanlıktı sanki. koca bir biftek, salata ve kızarmış patatesi afiyetle yiyip, üstüne de bir şişe iyi fransız şarabı içmiş biri gibi yazıyordu camus. insanlık acı çekiyor olabilirdi ama o çekmiyordu. bilge biriydi muhtemelen, ama henry yanarken haykıran birini yeğlerdi. kitabı yere bırakıp uyumaya çalıştı. (s.11)
(sıcak su müziği/charles bukowski)

ona çay ikram ettik, içti; çay tabağının kenarında bir parça şeker kalmıştı, almak için elini uzattı, ama bu hareketini yeteri kadar açık bulmamış olacak ki, elini geri çekti; bu kez de elini geri çekmesi iyiden iyiye anlamsız kaçtı, yeniden elini şekere doğru uzattı, alıp ağzına götürdü ve yedi; kıtır kıtır şeker yemenin keyfinden değil, olabildiğince münasip bir hareket yapmış olmak için; şekere ya da bize karşı... bu kötü izlenimi silmek için olmalı, öksürdü, derken bu öksürüğe açıklayıcı bir neden bulmak için, cebinden bir mendil çıkardı; ne var ki sümkürmeye cesaret edemedi, ayağını oynattı yalnızca. ama ayağını oynatmak da ona yeni güçlükler çıkarttı herhalde ki sustu ve tamamen hareketsiz kaldı. bu garip davranış (tek yaptığı “davranmak”tı, sürekli “davranıyor”du çünkü) daha ilk görüşmemizde merakımı uyandırdı.
(pornografi/witold gombrowicz s.16)

belki, eğer arabasını almak için geri dönerse zaman kazanacaktı, fakat gideceği yer çok kısa bir mesafeydi ve araba kullanırken yolunu kaybetme ihtimali çok yüksekti. bu, büyük ölçüde kullandığı “zen” yolculuk etme yöntemi yüzündendi. bu yöntem, sadece nereye gittiğini bilir görünen bir araba bulmak ve onu izlemekten ibaretti. sonuçlar çok kere başarılı olmak yerine şaşırtıcı olmuştu, fakat her ikisinin de bir araya geldiği birkaç durumun hatırı için dirk bu yöntemin denemeye değer olduğunu hissediyordu. (s.33)
faust ve mephistopheles’in eski günlerinden bu yana işler çok değişmişti. o zamanlar insan ruhunu satmasına karşılık olarak evrenin bütün bilgisine erişebilir, zihninin bütün hırslarını doyurabilir ve bedeninin bütün zevklerini elde edebilirdi. şimdi ise birkaç plak telif hakkı, birkaç parça son moda mobilya, banyosunun duvarına asılacak ucuz bir süs ve başın hart diye omuzlardan ayrılması... (s.185)
(ruhun uzun karanlık çay saati/douglas adams)

“kimsenin kedisi olamaz zaten” diye düzeltti qwilleran. “eşit haklar ve karşılıklı saygı temelinde bir yaşam alanı paylaşırsın onlarla... gerçi şunu da söylemek lazım ki, kediler her zaman biraz daha eşittir. özellikle siyam kedileri bu konuda çok usta oluyor.”
(çenesini tutamayan kedi/l.j.brown .s152)


her şeyden önce ağaçlardan inmekle büyük bir yanlış yaptıklarını düşünenlerin sayısı günden güne artıyordu. bazıları ise aslında ağaçların bile kötü bir yer olduğunu, okyanusları terk etmemiş olmaları gerektiğini söylemekteydi. (s.7)
“uzay,” der, “...büyüktür. gerçekten büyük. ne kadar uçsuz bucaksız, kavranamayacak büyüklükte olduğunu aklınız almaz. demek istiyorum ki, yolun aşağısındaki kimyagere giden yolun uzun olduğunu düşünebilirsiniz ama bu, uzayın yanında leblebi çekirdek gibi kalır. dinleyin...” ve böyle sürüp gider. (s.81)
bazı şeylerin aslında göründükleri gibi olmadıkları önemli ve çok bilinen bir gerçektir. örneğin, dünya denen gezegende insanoğlu her zaman kendisinin yunuslardan daha zeki olduğunu varsaymıştır. çünkü bir sürü şey becermiştir: tekerlek, new york, savaşlar vs... bu arada yunusların tek yaptığı ise, suya dalıp çıkmak ve eğlenmek olmuştur. buna karşılık, yunuslar da her zaman kendilerinin insanoğlundan çok üstün bir zekaya sahip olduklarına inanmışlardır. tamamıyla aynı nedenden dolayı... (s.161)
(her otostopçunun galaksi rehberi/douglas adams)


toplumun suç sorunu vardı. toplum, suçların üzerine gitmeleri için polisleri görevlendiriyordu. şimdi toplumun polis sorunu vardı. (s.43)
pozitivist kişinin dünyasında, çırpılıp yağda pişirilmiş yumurtanın etkileyici yanı, ne tarafa çevrilirse çevrilsin sarı rengin baki kalmasıdır. varoluşçunun dünyasında çırpılıp tavada pişirilmiş yumurtanın ümitsiz yanı, ne tarafa çevrilirse çevrilsin çırpılmış olmasıdır. (s.56)
mistik kişiler, insanın bir şeyden vazgeçer geçmez, ona sahip olunabileceğini söylerler. doğrudur belki. ama o şeyi siz istemedikten sonra kim ister ki? (s.147)
bir nefes sigaraya, bir lokma yemeğe, bir fincan kahveye, bir parça göte ya da temposu hızlı bir öyküye ihtiyaç duyduğu halde, nasibine hepi topu felsefe düşen her zeki kişinin yapacağı gibi dik dik bakıyorlardı (ona). (s.155)
(ağaçkakan/tom robbins)


bütün kedi yavruları büyüdükleri için ölürler. (s.100)
paris’e gitmekten, yaya geçitleri yüzünden korkuyorum. insanların direksiyon başındaki alışkanlıkları yüzünden, ezilme olasılığının en yüksek olduğu yer, yaya geçitleridir. bunlar dar, iyice tanımlanmış olurlar ve direksiyondaki herif tam olarak nişan alabilir. (s.129)
(yalan roman/emile ajar)


doktor, psikiyatr nasıl yazılır? p’yle mi p’siz mi? (s.176)
tanrı olmasaydı, kadını yaratmak için önce onu icat etmek gerekecekti. (s.409)
yaşam sunar, tanrı düzenler,insan erteler. (s.422)
(kapanda üç kaplan/g. cabrera infante)


“sen dünyanın içinde ol; dünyanın senin içinde olmasına izin verme.” (s.38)
“...tüysüz maymunların kendi tarihi, bu yaratıkların zihinleriyle algılamadan önce elleriyle yok ettiklerini gösteriyor.” (s.126)
(gnole/alan aldridge)

devamını göster

böyle masal ismi olmaz tabii : şöyle ki

bir zamanlar, telgrafın yeni icat edildiği çağlarda, küçük taşları yontup, bunları dönemin yakışıklı yahut güzel gençlerine satan bir amca yaşarmış. bu amcanın ismi de hattuşaş’mış. hattuşaş amca tüm planet tarafından çok sevilip sayılan biri olmasına rağmen, her masalda olduğu gibi, ondan gıcık kapan, hatta utanmadan nefret eden bok yiyenler de varmış. allah onların belasını versin ama elden ne gelir; onlar allah’a da inanmazlar ki!
bununla beraber, aynı planette güzeller güzeli bir kız ile, eli yüzü düzgün bir delikanlı da yaşarmış. bu kız ile oğlan bir şekilde evlenip mutlu mutlu yaşasalar olmazmış... çünkü böyle bir hadise gerçekleşirse hattuşaş amcanın varlığı tehlikeye girermiş. girer de yani; onu ne ilgilendirir sevdalanmış ya da sevdalanacak iki genç!
elbette ilgilendirmemesi lazım...

yaş gelmiş dayanmış elli küsura... bir çok şeyden elini ayağını çektiğinden bahseden ve hatta bununla övünen biri... mari ile manuel’in aşkı ona sadece mutluluk vermeli. yani teorik olarak...
mari, o güzeller güzeli... manuel de tabii ki eli yüzü düzgün delikanlı. mari evden kaçmayı kafasına koymuş. hatta tüm hazırlıklarını yapmış. iş teoriyi pratiğe dökmeye kalmış. kimden yardım isteyecek; elbette ki de hattuşaş amcadan...çünkü o iyilik yapmak ile bok yemek arasındaki farkı bilemeyecek kadar yardımsever bir amca. şöyle ki:
“hattuşaş amca! hattuşaş amca!”
“merhaba mimi; sen şaşı mıydın?”
“mari! mari, hattuşaş amca!”
“efendim?”
“mimi değil mari benim adım... ayrıca şaşı falan değilim!”
“sanki sağ gözün...”
“ben...”
“çok telaşlı görünüyorsun güzel kızım?”
“göründüğüm kadar var hattuşaş amca... sizden yardım istiyorum...”
“tabii, evet, yardım...ne? nasıl yardımcı olacağım ben sana mimi?”
“mari!”
“mari...”
“ben... tanrım nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum...”
“şunları yeni yaptım... özellikle şu güvercinli olanı...”
“hattuşaş amca!”
“mari!”
“ben evden kaçmalıyım!”
“hemen mi?”
“biran önce! canıma tak etti! ayrıca, ee, bir sürü ülke görmek ve çeşitli toplumsal etkenleri yerinde gözlemlemek istiyorum...”
“ben de bir zamanlar, ee, sanırım yirmi ya da yirmi beş sene evvel mısır’a kaçmak istemiştim...”
“kaçtınız mı?”
“kaçmış gibi mi duruyorum?”
“nasıl yani?”
“mısır’da mıyız?”
“hayır... yani evet...tamam anladım...”
“ama daha başka bir dolu şehir var... mısır...”
“paris, amsterdam, kopenhag...”
“ha ha ha...”
“ne oldu hattuşaş amca?”
“kopenag denince gülerim ben...”
“kopenhag!”
“ha ha ha!”
“hayır gülün diye değil... yanlış söylüyorsunuz... düzeltmek...”
“her neyse... evet bir dolu şehir var...mısır...”
“neresi olduğu değil nasıl olduğu önemli!”
“neyin?”
“tabii ki kaçmamın!”
“bak mmm...”
“mari!”
“evet mari... bak mari, bu kararı almadan önce...”
“emin olun çok düşündüm...”
“o halde...”
“bana birisi lazım!”
“seni...”
“ülke dışına çıkarabilecek biri!”
“dört kere beş...”
“yirmi!”
“o halde seni manuel ile tanıştırmalıyım...”
“manuel? manuel… şu eli yüzü düzgün delikanlı mı?”
yaa işte, manuel ile mari’nin tanışma sebebi budur. hattuşaş amca, amatör planörcü manuel’in atölyesine mari’yi getirdiğinde telgraf yeni yeni deneniyordu. tabii yağmur usulca çiseliyor ve mevsim yazdan ilkbahara doğru sapıkça bir dönüş yaşıyordu çünkü büyük bir aşkın karşısında mevsimler bile diz çöker. tabii ki sadece masallarda... şöyle ki:
“merhaba manuel nasılsın?”
“iyi. yani iyiyim hattuşaş amca... evet...”
“bak bu mimi...”
“mari!”
“pardon mari... mari bu manuel...dört kıtada bu yiğit kadar işinin ehli planör ustası yoktur...”
“normaldir hattuşaş amca, ben bu dalgayı icat eden kişiyim...dört değil yedi de diyebilirsin...”
“yedi mi? niye?”
“zannedersem, zannettiğimiz gibi dört değil, yedi kıta var çünkü...”
“hadi canım!”
“gerçekten!”
“manuel ben senin baban yaşındayım!”
“ya ne alakası var! bilim örf adet dinler mi?”
“yani yedi kıta var diyorsun öyle mi?”
“planetin yapısı onu gösteriyor... bak herkese söyleme ama!”
“yok canım! söylemem...hem söylesem de inanmazlar ki...”
“pardon?”
“mimi?”
“mari! mari!”
“evet mari; ne diye pardon dedin?”
“hattuşaş amca!”
“ha!”
“merhaba ben manuel...”
“ben... ben de mari...merhaba...”
“manuel, bu benim sevdiğim ve değer verdiğim bir ailenin kızı mari...”
“biz tanıştık...”
“olsun.”
“seni dinliyorum hattuşaş amca...”
“işte bu güzel kızımız evinden kaçmak istiyor...”
“evinizden mi kaçmak istiyorsunuz?”
“dedim ya!”
“izin verirsen diyalog kurmaya çalışıyorum hattuşaş amca! bu güzeller güzeli bayanla konuşmak benim için; nasıl anlatsam...”
“ben evden kaçmak istiyorum!”
“evet o evinden kaçmak istiyor manuel... kaçabilmek için de birilerinin yardımına ihtiyacı var. benim aklıma ilk sen geldin...”
“neden ben? neden her başın sıkıştığında soluğu benim yanımda alıyorsun?”
“beni üzüyorsun ama manuel! bak burada hoş bir bayan var... münakaşa etmeyelim...”
“saygıdeğer mari hanımefendinin izniyle iki çift laf etmek isterim! zira ben olduğu gibi görünmek isteyen bir kişi olarak; evet hanımefendi gerçekten de öyleyimdir;size aklımdan geçenleri hemencecik söylemek istiyorum!”
“yine o dört bira lakırdısını edeceksen...”
“hah! sadece o mu? ayrıca bir karton sigara ve bir yemek borcun da var hattuşaş amca!”
“şimdi zamanı değil!”
“ne zaman zamanı gelecek bilemiyorum hani!”
“manuel, burada yardıma ihtiyacı olan bir bayan var!”
“farkındayım! evet sevgili mari, sana her türlü yardımı yapacağım ama bunları asla bu hattuşaş üçkağıtçısının değil sadece o güzel gözlerinin hatırına yapacağım!”
evet işte büyük bir aşk böyle başlamış... mari evden kaçabildi mi; manuel’le mutlu bir hayat geçirdi mi; kaçabildiyse hangi ülkeye kaçtı; bütün bunlar bir yana hattuşaş amca gerçekten de manuel’in bahsettiği kadar üçkağıtçı bir kişiliğe sahipmiş...

devamını göster

alıntılar 1

insanlar silahlarını hırsızları vurmak için alırlar ya da kendilerine öyle derler ama sonunda –çoğunlukla- kazayla ya da isteyerek kendilerini veya birilerini vururlar...
(umduğunu değil bulduğunu yiyen hırsız/ lawrence block s.100)

“evet yanıldım. proust haklıydı: kötü müzik, bir missa solemnis’den daha iyi yansıtır yaşamı. sanat alaya alır bizi, içimizi rahatlatır, dünyayı sanatçıların olmasını istedikleri gibi gösterir. ucuz roman ise eğlendiriyormuş gibi görünür ama dünyayı olduğu gibi gösterir ya da en azından nasıl olacaksa öyle... kadınlar, lucia mondello’dan çok milady’e benzerler; fu manchu, bilge nathan’dan daha gerçektir. tarih de hegel’in yansıttığından çok sue’nün anlattığına benzer. shakespeare, melville, balzac, dostoyevski heyecanlı kurmacalar yazmışlardır. gerçek dünyada olup bitenler, ucuz romanların daha önce anlattıklarıdır.”
(foucault sarkacı/umberto eco s.471)

sorun varlığın olmayışı ise, varoluş da çeşitli biçimlerde söylenense, ne denli çok konuşursak, o denli çok varoluş olur.
(foucault sarkacı/umberto eco s.502)

ha sen çıldırmışsın ha dünya; ikisi de aynı şey.
(foucault sarkacı/umberto eco s.536)

atlar her zaman açığa vurduklarından çok daha fazlasını anlamışlardır. her gün, bütün gün boyunca, üstünde bazı yaratıkları taşımak ve onlar hakkında bir fikre sahip olmamak zordur.
diğer taraftan, her gün, bütün gün boyunca, başka bir yaratığın üzerinde oturmak ve onlar hakkında en küçük bir fikir sahibi olmamak da kesinlikle mümkündür.
(kutsal dedektiflik bürosu/douglas adams s.12)

insanları izlerken, nesneleri izlerken karşınıza çıkan engellerden daha fazlasıyla karşılaşırsınız: gerçekten bakılabilecek şeyler yalnızca nesnelerdir. (s.34)
evet çok sevdiği kedisini boğarken ona yaklaşıyordum; elimden başka bir şey gelmediği için de öfkeleniyordum. (s.78)
bir akbaba, bir kartal,bir atmaca? hayır bir serçe değildi, fakat serçe olmaması, onu serçe olmayan bir serçe yapıyordu. serçe olmayan bir serçedeyse, serçeden bir şeyler vardı. (s.110)
(kozmos/witold gombrowicz)

“bir tek kişinin ruhu tüm tarihi bastırabilir; hatta silebilirdi.” (s.220)
hayali zengin bir gencin başına gelebilecek en korkunç (ya da en harikulade) şey, (o hayal gücünün var oluşunun bahtsızlığı ya da talihi hariç) kendi çevresi dışındaki hayata hazırlıksız açılmak, onunla yüz yüze gelmek olurdu...
yani... uzaklarda bir yerlerde bir yer bulunduğunu birden bire anlamak... (s.97)
(parfümün dansı/tom robbins)

“sıkıcı insanların canı sıkılır.”
(sıcak su müziği/charles bukowski s.104)

kimsenin, benim aklımdan geçirdiğim kadınlarla, benim aklımdan geçirdiklerimi yapmağa hakkı yoktu.
(tehlikeli oyunlar/oğuz atay s. 105)

hayır, bütün bu şeyler, bazı şeylerin hiçbir anlam taşımamayı sürdürdükleri gibi hiçbir anlam taşımasalar, yani sonuna dek anlamsızlıkta direnseler, asla söz edemezdi bunlardan. çünkü hiçten söz etmenin tek yolu ondan sanki bir şeymişçesine söz etmektir; aynen tanrı’dan söz edebilmenin tek yolunun ondan sanki bir inşanmışçasına söz etmek olduğu gibi –bir bakıma, bir süre için öyledir elbette- ve bizim insanbilimcilerimizin bile ayırtına vardıkları gibi, bir insandan söz edebilmenin tek yolu da ondan sanki bir beyaz karıncaymışçasına söz etmektir.
(watt/samuel beckett s.63)

ruh anılardan oluşmuş bir iskelet. (s.104)
pencereden bakmadığımız sürece kendi düşlerimizi hatırlayabiliriz; baktığımızda ebediyen uçup giderler. (s.?)
düş, şeytanın bahçesidir ve bu dünyada çok uzun zamandan beri tüm düşler görülmüştür. şimdi de senet karşılığı elden ele dolaşan para gibi kullanılmış ve yıpranmış olan gerçeklikle değiştiriliyor yalnızca. (s.21)
(hazar sözlüğü/milorad pavic)

tek bir insanın yaptığı, sanki bütün insanlar tarafından yapılmış gibidir. bu nedenle, cennet bahçesindeki söz dinlemezliğin bütün insanları kirletmesi haksızlık sayılmaz; gene bu nedenle tek bir yahudi’nin çarmıha gerilmesinin insanlığı kurtarmaya yetmesi de haksızlık sayılmaz. belki de schopenhauer haklıydı: ben bütün öteki insanlarım, her insan bütün insanlardır.
(yolları çatallanan bahçe/j.l.borges s.31)

(...) monitöre bakan bech, sanatsal gücü azaldıkça bir sanatçıya daha çok benzemekte olduğunu fark etti. (s.45)
bir de buraya şehir diyorlar, diye düşündü bech, aşağılayarak. new york’ta olsaydım şimdiye kadar altı kez öldürülmüş olurdum; leşimin üstünde de tek bir şey bırakmazlardı. (s.56)
bech’in kadınlarda kızdığı bir şey varsa, o da, isterilerini başkalarına bulaştırdıktan sonra bu konuyu akıllarından çabucak çıkarıvermeleriydi. (s.136)
(bech is back/john updike)

devamını göster

mail "posta" anlamına gelir ya...

mektup yazmayı eskiden beri çok seven biri olarak “elektronik posta” kavramının ne anlamlar taşıdığı üzerine düşünmek gerektiğine inanıyorum. birkaçı tuvalette olmak üzere çeşitli ortamlarda bu konu üzerine düşündüm ve bazı sonuçlara vardım.

1) el yazısı, daktilo yazısı ve ekranda görünen yazı arasında “kişilik” göstergesi farkı var. el yazısından ekran yazısına doğru kaybolan bu karakter kaybı sadece biçimsel anlamlar taşımıyor. acele acele mi yazılmış, yavaş yavaş özenilerek mi yazılmış, karalamalar, silinmeler var mı, sağına soluna bir şeyler çiziktirilmiş mi, kalem değişikliği yapılmış mı, kağıdın üzerinde lekeler (çay, kahve, portakal....) var mı, sayfa bir defterden mi koparılmış, koku falan sürülmüş mü...

2) mektup cepte taşınabilir, yağmur yağıyor olsa bile çıkarılıp okunabilir. ama bir diz-üstü olduğu bile varsayılsa, bilgisayardaki iletiye o denli özgürce ulaşamaybilirsiniz.

3) çok özel şeyler içeren bir mektubu saklamak ile bir iletiyi bilgisayarın dosyaları arasında saklamak arasında bir heyecan, gizem farkı olduğu aşikar.

4) kimse yazdığı mektuba reklâm falan eklemez.

5) insanlar kendilerine gelen mektupları biriktirmeye eğilimlidirler ama bilgisayarlarına gelen e-postalara karşı bu eğilimin derecesi düşüktür. ne kadar özel (aşk ya da dostluk içerikli ) olursa olsun, bir e-posta, listedeki diğer “mail”lerden farksızdır.

6) size gelen bir e-postayı o anda (veya daha sonra) sadece sizin okuduğunuz kesin değildir. bu, kapınızı kapatıp, yatağınıza geçip, zarftan çıkardığınız mektubu okumaya başlamanızla kıyaslandıkta; aslında odanızda ama sizinle aynı şehirde bile olmayan biri tarafından izlenmeniz gibi bir şeydir.

7) bir mektup yorgun görünebilir ama bir e-posta her zaman aynıdır. sararmaz, solmaz, yırtılmaz, yanmaz... bununla beraber e-posta, sadece teknik bir sorundan kaynaklı bile yok olabilir?

8) klavyenin rahatlığında uzun uzun yazılan bir mektup, çok kısa bir sürede alıcısına ulaşır. öyle günlerce haftalarca beklemeye gerek yoktur; karşı tarafın mektubu birkaç saniye içinde geliverir. oysa "mektup bekleme" özel bir heyecandır.

9) elektronik posta yazarken kağıt, kalem, zarf bulmak, pulla falan uğraşmak gereksizdir.

10) tüm yazdıklarınızın (daha mektubunuzu bitirmeden) birden bire kaybolabilir (elektrik kesilebilir, bilgisayar kilitlenebilir vs) ve bu, mektubunuzun posta idaresince kaybedilmesine göre oldukça sık gerçekleşir.

9) “bu mektubu okuduktan sonra on kişiye göndermezseniz başınıza türlü belalar gelir” konseptli mektuplar eskiden çok daha gizemli ve “şirin”lerdi…

mektubun yerini elektronik postanın alması, her alanda görülen "teknolojinin getirdikleri" diye kucak açılan değişimlerden sadece bir tanesidir. mektup/e-posta ayrımı hayatı algılayış ve yorumlayış anlamındaki değişimlerin de işaretlerindendir.

devamını göster

buddha'nın kilo problemi

tek tanrılı dinlerdeki bir sürü görevi, yaılması gereken şeyleri birçok sebepten beğenemeyen her açmaza düşmüş insan evladı; açmazının karşılığı olabilecek mistik bir halt aradığında budizme mi sarılır acaba? nedir acaba budizmi bu kadar çekici kılan? tibet ve hindistan kaynaklı bir egzotiklik bu seçimde ne kadar etkili oluyor? bütün bu sorulara birer cevap bulmanın bana ne yararı olacak?

zannımca her dinde, entelektüelleri de içeri alabilecek çeşitli mistik benlik bulma paketleri var. tasavvuf dedin mi misal, bu tercihin ideolojik islamla ilgisi kalmıyor. zira olay, benliği, özü, kişiliği bulmaya ya da bu yolda ilerlemeye geliyor ve bu da tabii ki anlayışla karşılanıyor. elbette ki de kendini layıkıyla tanıma yolunda en başarılı, en ünlü ve en mistik karakter de buddha. tamam ama acaba bu adamın yaptıklarını yaparak insan kendi özünü görebilir mi? zira dert buddha’nın özünü görmek değil... elbette kas yapmak gibi değildir kişinin kendini bulması; yani azimle çalışarak, arnold’u örnek alıp, istenilen aşamaya gelmiş olmakla buddha’yı örnek alıp ona benzer bir aşamaya gelmeye çalışmak aynı şey olamaz.

kendisini fazla tanımamakla beraber, buddha’nın varlıklı bir ailenin mensubu olduğunu biliyorum. hatta zannedersem prenslik unvanı falan varmış... gayet hoş bir yaşantı sürüyormuş, geleceği muhteşem görünüyormuş, en azından maddi açıdan. zannedersem cinsel bir problemi de yoktu? kısacası istisnai birkaç karakter haricinde tüm bir insanlığın sadece hayalini kurabileceği bir yaşantısı varmış. ta ki aslında kendi realitesinin dünyanın tek realitesi olmadığını anlayıncaya dek. evet, o zannediyormuş ki dünya eşittir kendi yaşantısı... ama bir bakmış ki ölüm var, hastalıklar, açlıklar, yoksunluklar, zavallılıklar, adaletsizlikler falanlar filanlar var... hatta genel olarak sadece bunlar var! tabii ki kendini bu dünyaya ait hissedememiş ve bir varoluş problemiyle karşılaşmış. hoş böyle olmamış da olabilir ama olmuş diye bildiklerimiz bakalım gerçekten olmuş mu? her neyse; adamımız bunalıma girmiş ve tüm şanını şöhretini, zenginliğini ve dahi pırıltılı yaşamını bir kenara itip, ki işte insanları ilk sarsarak etkileyen olayı budur, saraydan ayrılmış ve kendini dağlara bayırlara atmış. gerçekten de şaşırtıcı bir davranış. ne yazık ki ben bu davranışı hiç de taktire şayan bulmuyorum. bu tabii ki kimseyi bağlamaz...

deniyor ki buddha altı yıl boyunca bir duvara (belki de bir ağaca ya da o sıralarda hindistan’da popüler olan bir eğlence mekanına...) yüzü dönük halde, sadece durmak suretiyle nefsini falan kurutmuş ve nihayetinde kendisini bulma yolunda kocaman adımlar atmış. bu haltı yemesi (ya da hiçbir halt yememesi) de "insanın kendini bulma yolunda tüm istek ve arzularından sıyrılması gerekir" inancını körüklemiş. bu aşamada şu sorulabilir: tamam tüm arzu ve isteklerimden sıyrılıp nefsimi kurutayım ama öncesinde şu buddha’nın şatafatlı yaşantısının ne bileyim en azından beşte birini yaşamam gerekmez mi? daha kısa bir soru da olabilir: herkes prens olarak mı doğuyor? yani nefsi köreltme hadisesinde başarılı olabilmek için buddha’dan birkaç gömlek üstün olmak gerekiyor zannımca...

kendini bulmak, tanımak, evrendeki koordinatımızı net olarak görebilmek için sadece nefsimizi kurutmak da yeterli değil. daha bir sürü olgunluk davranışı da göstermemiz gerekiyor. zira kendimizi bir yere koyabilmekse dert, bu yeri de tam olarak bilebilmeli yani dünyayı da tam olarak görebilmeliyiz. öyle altı yıl kadar duvara dönük oturmakla bitmiyor. altı yıl boyunca karşısına geçtiğin şey, altı yıl sonra da aynı şey olarak kalmamalı; ona hala duvar diyorsa insan, bir sorun var demektir.

duvar ya da ağaç artık bir duvar ya da ağaç değildir; o dünyadır. buddha muhtemelen bir duvara bakmakla bir okyanusa bakmanın aynı şey olduğunu, her ikisinin de dünya olduğunu düşünmüştür. bunu da gayet normal karşılıyorum çünkü altı yıl boyunca bir duvara bakan biri salaklaşır ve bazı şeyleri karıştırmaya başlar. artık o bir çiçeğe de, kendisine çelme takıp düşüren birine de, bir kola şişesine de aynı salak sırıtışla bakacak ve bütün bunları aynı şekilde, ayrımsızcasına sevecektir. çünkü ona göre bütün bunlar kendisinin de içinde olduğu bir bütünün parçasıdır: evrendir. bu arada farkındayım aynı şeyi iki kere yazdım... her neyse; tekrar öğrenmeyi pekiştirir...

özetle söylemek gerekirse bence buddha’nın gerçekten de bir kilo problemi vardı ve aslında daha bir çok problemi vardı. kişinin kendisini bulmaya çalışmasını pek tasvip etmiyorum hatta bunun tehlikeli bile olabileceğini düşünüyorum. çünkü kendisi gibi davranan, neyi, ne için, nasıl yaptığını tam olarak bilen (ya da öyle olunması gerektiğini savunan) insanların çok geveze ve sıkıcı olduklarını tarih bize defalarca göstermiştir. açıklamayı örneklerle bezemek gerekirse hiç de utanmadan birkaç isim sıralayabilirim: buddha, nietzsche, sokrates, ben...


devamını göster