27 Şubat 2008

deseo












deseo-works

devamını göster

24 Şubat 2008

ubermensch (mim)

bir mim daha; önce hmf ardından pilaki tarafından, aynı konuda iki kere mimlendim. "sahip olmak istediğim üstün bir nitelik var mıdır; varsa nedir?" sorusuna cevap aranıyor...
gerçekçi olmak gerekirse, fizik ve matematik konularında yetenekli olmayı çok isterdim doğrusu. ilk aklıma bu geldi.
yoksa elbette uçmaktır, zamanı durdurmaktır, geleceği görmektir buna benzer fantastik özelliklerim olmasını da isterdim. kim istemez ki?
(hayret epey kısa yazdım bu sefer; üstelik konuyu da saptırmadım)

pas hakkımı yine kullanmıyorum...

devamını göster

23 Şubat 2008

elma şekeri

şu adamlar çıksalar ya artık ortaya. sadece kendi hayatımı biliyorum sonuçta, yine de eminim binlerce yıllık efsanevi varlıklar bunlar.

ilk defa duyuyor olamazsın:
"on milyar lira verseler bok yer misin?"
"uçurumun kıyısında, bir tarafa şunu bir tarafa bunu koymuşlar; hangisini kurtarırsın?"
"bir adaya düşsen yanına hangi üç şeyi alırsın?"
"şununla yatacaksın ama sana şöyle böyle yapacaklar"
işte tüm bu hadiselerin organizasyonunu yapacak kişi ya da kurumlardan bahsediyorum: bir elinde içi tıka basa para dolu çanta, diğer elinde gümüş tabakta bok taşıyan biri!
nasıl bir motivasyondur yahu bu?
hem neden "öylesine" bir adamın peşindeler? bok yedirip rahatlayacaklar ha?
evet, mtv gibi dingil müzik kanallarında ya da aslında genel olarak televizyon programlarında zaman zaman buna benzer şeyler oluyor ama sonuçta onlar bu işi para kazanmak için yapıyorlar. bok yiyenler de bok yedirenler de...
burada para kazanma falan yok; gayet idealist bir tavır var!
idealist ama hastalıklı...
aslında düşündüm de; para yerine başka bir cazibe noktası, bok yeme yerine saçmasapan başka bir davranış koyduğunda, oldukça sık gözlenebilecek bir dolu örnek var gerçeklikte?
buna rağmen, aynı sorun devam ediyor: tüm bu olan bitenlerin arkasındaki, organizasyon sahipleri neden kendini göstermiyor?
galiba sahnenin arkasında kimse yok.
hepsi sadece insan bok yemesi?

*görselin kaynağını bilmiyorum; "belirsizlik" sembolü kullanmak suretiyle değiştirdim ama.

devamını göster

16 Şubat 2008

zamanda yolculuk (mim)

hasancebi.blogspot.com ile başlayan mim dalgası, deli profesör'ün pasıyla bana ulaştı. back to the future ve atlas deneyi "zamanda yolculuk etme olanağın olsaydı, iki seçeneğin ne olurdu?" araştırmasında çağrışımsal referanslar olmuş. bu konuda düşünmeyen insan yoktur her halde? en basitinden, pişmanlıklar ya da özlemler bile yeterli küçük bir yolculuğa çıkma isteği uyandırmak için.
zamanda yolculuk pek gerçekleşecekmiş /gerçekleşmiş /gerçekleşiyor gibi gelmiyor bana. çünkü zaman, bir mekandaki (yerdeki?) yer değiştirmeyi (hareketi) algılayabilmemiz, değerlendirebilmemiz için bir kategori (bir kavram) sadece; "zamanda" yer değiştirmeyi hareketi anlayabilmek, anlamlandırabilmek ya da "hesaplayabilmek" için bir "üst zaman"kavramına mı ihtiyaç duyulacak acaba? yoksa kuantum dedikleri şey bu anda mı telefonla canlı yayına katılıyor?
fizikten matematikten anlamıyorum, ama anlasaydım sana çat diye formüllerle gösterirdim böyle bir şeyi.
belki de matematikten fizikten anlasaydım yukardaki düşüncenin çok saçma olduğunu da bilirdim?
her neyse, sonuçta oldukça uzun zamandır insanların kafasını meşgul eden bir sorunun (geçmiş günlere dönmek mümkün mü?) çözümünü verebileceğimi düşünmüyorum zaten; daha neler...
biraz insan olup konuya (mime) dönmeliyim sanırım. öncelikle bana bu fırsatı verenlere teşekkür etmek isterdim; yani zamanda yolculuk yapmama olanak sağlayanlara... akabinde, kafasına küçük bir kamera bağlanmış bir şampanzeyi (ismi charlie olmalı) oldukça eski bir zamana göndermelerini ve geri getirmelerini isterdim. elbette bazı şeyleri biraz olsun sağlama almak isterim; hayatımın kalanını nazi almanyasında geçirmek istemem...
madem her şey kontrol altında, ilk olarak normandiya çıkarmasını (elbette güvenli bir yerden) izlemek amacıyla, 6 haziran 1944 gününe, omaha sahiline gitmek isterdim. bir katlanabilir sandalye, dürbün, bir şişe votka ve bolca sigarayla beraber tabii...
bu ısınma turundan sonra, aristoteles'in gençlik günlerine göndermelerini isterdim beni. muhtemelen planımı uygulayacak kadar yunanca öğrenip ve elbette bir şişe votka ve bir dolu sigara ile... genç aristoteles'in yanına bir şekilde sızıp, "hayatta iki şey vardır; et ilen ekmek, eti ete dürtmek" gibi, "ko' götüne gitsin, sana dert mi?" gibi, oldukça yüzeysel, yüzeysel ne demek hatta sürüngen tavırlarla onu yoldan çıkarırdım. böylece, bana tembihledikleri, "hiç bir olaya ve kişiye müdehale etme, evrende kırılma mırılma" uyarılarına kulak asmamamın cezasını da antik yunan'da balıkçılık öğrenmeye çalışırken çektiğim ızdırapla yaşardım...

bir de neredeyse bir yıl önceki bir yazıyı buraya aynen alıntılıyorum:

ben, zaman makinesi araştırma ve geliştirme ünitesinde asistan olarak çalışıyordum. yüzyılı aşkın bir zamandır bu aletin icadıyla alakalı teoriler, araştırmalar yapılmıştı ve biz gelinebilecek son noktaya geldiğimize inanıyorduk. zamanda yolculuk konusunda geleceğe değil geçmişe yönelik amaçlarımız vardı. hocamız, profesör, geleceğe zaten hali hazırda yaklaştığımıza, ama gittikçe uzaklaştığımız geçmişimize dönmenin çok daha başka bir şey olduğuna inanıyordu ve her şey buna göre yapılıyordu.
o gün bilimsel araştırma tarihi için de önemli bir gündü bence; zaman makinesini denediğimiz gün! şu anda bana komik gelen şeyler var ama inanın o sıralar hepimiz saçlarımızı yoluyorduk çünkü makina tüm fonksiyonlarıyla doğru çalışıyordu; tüm hesaplamaların sonucu zamanda geriye gittiğimizi gösteriyordu ancak yerimizden kımıldamamış buluyorduk kendimizi… bilim tarihi ince düşünen zeki insanlarla doludur ancak bu insanlar bazen önlerindeki kocaman bir fili bile göremeyecek kadar kendilerini işlerine kaptırmış olabilirler… evet, geçmişe gitmeyi başarmıştık hatta başardığımızı fark edene kadar on dört kere tekrarlamıştık bu yolculuğu!
çok garip bir durumdu; size şöyle açıklamaya çalışayım: zaman makinemiz sadece yedi dakika öncesine götürüyordu bizi. bununla beraber, tekrar çalışması, her şey yolunda giderse dört dakikayı alıyordu… kısacası zamanda sadece birkaç dakika öncesine yolculuk yapabiliyorduk ve örneğin aristoteles'in kafasına bir taş atabilmek için yüzyıllarca uğraşmamız gerekecekti! sanırım bir arkadaşımız buna benzer yolculukların süresiyle alakalı bazı hesaplamalar yapmıştı da… ancak hiçbir detay hatırlamıyorum… sadece yüzyıllardan bahsediliyordu!
hatırladığım bir şey var ama; o da profesörün araştırmalarımızı sona erdirmeden önce söylediği şu laf: "bunca denemeden sonra hala yerimize sayıyorsak ya insanlık zamanda çok gerilere gitmeyi asla başaramayacak ya da bize yardım etmeyecek kadar dangalaklar"

pas: bence de , tekme tokat ve trofolo

devamını göster

15 Şubat 2008

kime göre neye göre? (mim bu)

dünyada türk blogculuğunun yeri ve vatan evlatlarımızın blog sorunları benim üzerine yazmak istediğim konulardan değil; en azından kendi bloğumda. ama ilgiyle ve severek takip ettiğim cevval portakal, dahil edildiği mim dalgasında, konuyla alakalı ironik ve isabetli tespitlerde bulunduktan sonra, "başarısız blog nasıl yazılır, cevap verile!" diye buyurunca, keyifle ona uymak istedim...
sanırım, içerik ve "biçerik" ile ilgili yanlışlıklar hakkında kimin ne düşündüğü burada araştırılan.
elbette buna düzgün (?) cevap verebilmek için kendimden bahsetmek zorundayım çünkü kimin ne amaçladığını bilemem. açıkcası, ben meditasyon yapıyorum; eklediğim her şey ya gerçekleşmiş bir şeyin yansıması ya da gerçekleşecek bir şeyin işareti... oldukça geriden (yani biraz uzaklaşıp) bakılınca fark edilebilir ki (!) konu başlıklarım ve tabii içerikleri aslında hep bir ilişki ve gizemli bir düzen içinde... uzun yıllar sonra, toz ya da pas tutmuş internet çöplüğünde bu blogun keşfedileceğini, o zamanın bir çok sorununa çözüm olarak algılanacağını düşünüyorum. insanlar her satırını, her görselini, kısacası her pikselini hatmedecekler ve aralarından en akıllı olanlar(!) postlar arası matematiği ve gizemli ilişkiyi keşfedecek. bir çeşit kabala işte...
aslında yola dünyayı ele geçirme amacıyla çıkmıştım ancak daha kişisel sorunlarıma yönelttim bu aktiviteyi. (bu aktivite : bir şeyler yayınlama) çünkü dünyayı tek başıma ele geçirmem zor olacak, ayrıca tek başına ele geçirdiğim dünya da pek bir şeye benzemez, üç beş kişi bir olup öyle ele geçirmek daha mantıklı geliyor bana; olay bittikten sonra hep beraber bir yemek yenebilir böylelikle.
uzuncası bittiğine göre kısacası, sadece eğlenmeye ve kendimle uğraşmaya çalışıyorum. diyelim ki, elinde çekiç tahta sandalyeni tamir ederken kendi kendine şarkı söylersin-dinlersin ya da söylenirsin ya da küfür edersin ya da sandalyeyle - çekiçle konuşursun...
"gecen gün sandalyemi tamir ederken...
bir şarkı söyledim,
harika bir şarkı duydum;
sandalyeye ana avrat düm düz gittim;
televizyonda çok acayip bir reklam yayınlandı o sıra;
aklıma çok salak bir fıkra geldi...
vs vs vs..."
böyle bir şey galiba; anlatacak mutlaka bir şeyler vardır? muhtemelen, seni anlayabileceğini düşündüğün insanlara, karar verdiğin serbestlikte ve elbette hayal gücünle, dil bilginle orantılı, anlattıkça anlatabilirsin. ancak, bunun ötesinde gerçekte başarı, sandalyeyi tamir edebilip, kıçı bir yere koyabilmek büyük olasılıkla? başarısızlık ise ortada bir çekiç (yahu nerden girdim bu simgesel anlatıma) hatta bir sandalye bile olmadığı halde dan dun fıkra anlatmak, televizyondan, şarkılardan bahsetmek falan olsa gerek?
kısacası da bittiğine göre sözün özü şu: sorun her neyse (para kazanmak, benliği tatmin etmek, "seri cinayetler işlemek", eğlenmek, sıkıntı atmak vs vs...) eğer o sorunu göz ardı ediyorsan ya da o sorunu doğru tespit edememişsen, kesinlikle başarısız olursun. dedim. afferim bana.

not: bu mim'i paslamama hakkımı kullanıyorum.

devamını göster

13 Şubat 2008

jack torrance - dull boy

dünya kültür tarihine küçük ama önemli bir katkıda bulunduğum için ne kadar övünsem azdır. stanley kubrick'in 1980 yapımı "the shining" filminde jack nicholson'ın, hayatından bir kesiti canlandırdığı efsanevi kişilik jack torrance'e ait bu eseri gün ışığına çıkarmak gerekiyordu elbette...
oldukça hacimli bir yapıt olsa da kolay okunuyor. hemen hemen tüm büyük sanatçılar gibi jack torrance de "bozuk" psikolojiye sahip bir kişilik. onu anlamak, ya da en azından ona biraz olsun yaklaşabilmek oldukça güç: jack'in düşüncesine göre, eşi ve iki çocuğu (danny ve danny'nin ağzında yaşayan tony) onun potansiyelini çıkarmasına her zaman engel oluyorlar. ama o, tüm sıkıcı işlere ve mutsuzluk kaynağı ailesine rağmen bu dev eseri üzerinde çalışmaktan geri kalmıyor.
kitabın türkçeye çevrilmesini de isterdim doğrusu, ancak şiirsel dilini ve istikrarlı düzenini, ruhuna uygun çevirmenin güçlüğü de yadsınamaz.
kitap, pdf formatında...

devamını göster

12 Şubat 2008

sana göre bana göre

gün boyu elektrik yoktu. daha doğrusu erken saatlerde gitti, telefon açtık saat dört gibi gelir dediler... bir kamyon hatta bir vagon zaman! eh, biz de beklemeye başladık.
gittim, bari bir dergi falan alayım dedim, bilim ve teknik dergisinin şubat 2008 sayısını aldım. içinden kartondan kes-yapıştır bir masaüstü gök atlası çıktı. hiç anlamam, ilgimi çekmez, büyük ayı, berenices'in saçı ya da andromeda...
aslında, zamanın geçmesini istemek ne garip. asker, hasta ya da mahkum iken insan ömrünün o bağlayıcı dakikalarının-saatlerinin vs bir an önce geçmesini ister ya, oysa biraz şiirsel kaçacak ama, ölüme biraz daha yaklaşmak değil mi zamanın geçmesi?
bir yanda da şu şeyler (bu gün neler öğrendik):
"(...) bilgisayarla yapılan modellemeler ışığında, 2M1207A adı verilen bu yıldızın çok genç, sadece 8 milyon yaşında olması gerektiği ortaya çıkmış"
"(...) buna göre, gezegenin yaşı sadece 10 milyon yıl; yani bu güne kadar keşfedilen güneş sistemi dışı gezegenlerin en gencinden bile çok daha genç"
"(...) kuyruklu yıldızdan alınan örneklerin, güneş sisteminin ilk zamanlarından, 4,5 milyar yıl öncesinden, sistemi oluşturan gaz ve tozdan kalan, bozulmamış madde içereceği düşünülüyordu"
kendini kötü hissediyor insan. 8000 yıllık bir elektrik kesintisi oldu, sıkıntıdan geberdim, diyesim geliyor... maksat, gök cisimlerine karşı edepsizlik olmasın!
yan tarafta random olarak gösterilen linkler silsilesinde (acaba "ne ki bunlar?" diye bakan var mıdır?) secred worlds başlığıyla geçen, insanı allak bullak eden java uygulamayı bir kere daha önermek istiyorum. bir arkadaşım, evet biraz yüzeysel görünebilir ama, "others filminden sonra gördüğüm en çarpıcı şey" diye yorumlamıştı. her neyse, zaten şu anda kendisi neredeyse bir nihilist(!), belki de sebeplerinden birisi de, bu ve buna benzer şeylerle (müzik-kitaplar-filmler vs) ilgilenmiş olmasıdır(!)
korkunç rakamlara sahip büyüklükler, küçüklükler, mesafeler, süreler...
şuna bir baksana:
sahip olduğumuz 100 trilyon hücrenin yalnızca %10'u gerçekten insana ait. geri kalanların sahipleriyse bakteri, mantar ve diğer mikroplar. (...) çoğu zaman vücudumuzu 90 trilyondan fazla mikropla, kavgasız gürültüsüz paylaşıyoruz.
e o zaman ne zevki / anlamı kalır dvd kolleksiyonu yapmanın, "ben kahvaltıda süt içerim" diye ortalıkda dolaşmanın?

*gereksiz açıklama: alıntılar bilim ve teknik dergisinin şubat 2008 sayısından.

devamını göster

09 Şubat 2008

çünkü tembel çok tembel

küçük bir dükkanda akşama kadar "vcd" izleyen iki adamdan birinin beyni erimek üzereydi. diğeri bunu bilmiyordu çünkü izlediği filmin en heyecanlı yeri bir türlü geçmek bilmiyordu. yaşlı bir teyze girdi dükkana ve bir poşet sap ile iki poşet saman koydu bir kenara. bunları karıştırır mısınız rica etsem dedi ve beyni erimek üzere olan hıı tamam abla dedi.

son ikibin yıldır görülmemiş şiddette bir rüzgar sokakların dekorasyonunu değiştiriyordu. çünkü doğada düzen yoktur, dedi beyni erimek üzere olan, ama bunu filmin bir sahnesini yorumlamak için söylemişti.
elektrikler gitti. bu iyi oldu dedi yaşlı teyze. sen burada mıydın hala abla, diye şaşırdı beyni erimek üzere olan. buradaydım dedi kadın.
boş ekrana bakıp, hay allah, dedi diğeri. kadınla beyni erimek üzere olana baktı. siz de kimsiniz yahu, diye sordu. bakıştılar hep beraber.
abla iki poşet getirdi, dedi hadi adı kanbaz olsun.
ne poşeti yahu, diye sordu hadi bunun da ismi susbiraz olsun.
sap’lan saman getirdiydim ben dedi zaten küçüklüğünden beri teyze olan yaşlı teyze.
ne olaca’ğdı bunnarr diye sordu susbiraz.
ay’raca’ğmış-şıhk dedi kanbaz.
ay’rıgk la’ buğnlar dedi susbiraz.
ay aman, garrıştıracağmışşıgh dedi kanbaz...
gendi gendinine niyye garrıştırmaormuş la ha, diye sordu susbiraz.
dermanı yogk he’zaar la, dedi kanbaz.
yaşlı teyze bir sigara çıkardı ve dudaklarına götürdü. ikisine baktı, eh ne duruyorsunuz yaksanıza sigaramı, der gibi baktı.
susbiraz kanbazı dirseğiyle dürttü.
çagmağı neyin yok heral, dedi sararsın mı kararsın mı karar verememiş dişleriyle.
heye, yakmasın zati ganser oluruk maazallah, dedi kanbaz.
yaşlı teyze, mahvettiniz güzelim istanbul’u diye düşünüyordu ateş beklerken. istanbul’a hayatı boyunca bir iki kere gitmişti ama barınamamıştı. dönmüştü asya’ya tekrar tekrar...
biz bun’narı garıştırırık, ne zamana hazır edek, diye sordu gözünü sigaranın ucuna dikmiş susbiraz.
gırkbeş dak’kaya haz’rolur gal’ba, diye fikir yürüttü kanbaz ve susbiraz’dan dirsek yedi.
ayol yaksanıza şu sigaramın ucunu, diye nazlandı yaşlı teyze. nazlı teyze böyle böyle yaşlanmıştı...
kafeslerinde delirmiş iki şempanze gibi ateş aradılar. sonra çakmak olmadı kibrit aramaya karar verdiler.
çıkar la bi cigara, dedi susbiraz.
yok olum bende cigara, dedi kanbaz...
yalan sö’leme la’, dedi susbiraz.
valla yok olum bende, dedi kanbaz, yere bakıyordu.
çorabında sakladığı paketten bir maltepe çıkardı susbiraz, dişleriyle sıkıştırarak ezdiği anlamsız homurdanmayla.
al la bunu allahsız, get kaaveye de yag şunnu, dedi susbiraz.
gendin git olum, dedi kanbaz.
la yörü gittiriverişteammuğnasıçtırdığmınavradınnı... diye titredi susbiraz.
yel girecek belime, diye mırıldanarak çıktı kanbaz dükkandan. yaşlı teyze bulmacalandırılmış ucuz gazetelerden birini çıkardı çantasından, dolar yükselmiş gene, dedi.
heye abla ya vallaha nasıl olacak belli değil bu memleket, gibi birşeyler zırvaladı susbiraz, kendinden emin görünerek.
hiddetle içeri girdi kanbaz, elindeki sigarayı yere attı.
n’örüyon la dellendin mi diye bağırdı susbiraz.
niyetliydim la ben az dahha gaçırıyordum orucu, diye haykırdı kanbaz; kıpkırmızı olmuş, korkmuş ve paniklemiş...
ab-boo dedi susbiraz, haggat!
ayıp değil mi abla, günah, içiyorsun o zıggımı, diye bağırdı kadına kanbaz.
ayol ne ayıbı, her gün içerim ben bu... zıkkımı, dedi yaşlı teyze.
içmesene nefsimizi şeyediyon bizim, dedi susbiraz.
içemiyorum ki zaten dedi teyze.
günah ba, diye bağırdı kanbaz.
ayol bırak şimdi günahı münahı da, diye birşeyler söylemeye çalıştı teyze.
yok abla ateş mateş, git nerden bulursan bul diye sertlendi susbiraz.
ben ateş için gelmedim ki şurdaki poşetler, diye birşeyler söylemeye çalıştı teyze.
haa, heye dedi susbiraz.
olsun dedi kanbaz, soluklanarak.
ne zaman alayım ben, diye sordu teyze.
valla şimdik iki torba saman, ondan sonra, bir torba da sap, diye hesaplamalar yaparken elektrik geldi. susbiraz cümlesini tamamlamaya gerek duymadan aletleri çalıştırmaya koyuldu. kanbaz yanına atladı, hadi hadisene demeye başladı. yaşlı teyze ikisine bakakaldı.
ayol unuttunuz yine beni, diye söylendi teyze.
yarın yarın abla, dedi susbiraz.
heye yarın dedi kanbaz.

devamını göster

05 Şubat 2008

an evening with danny kaye




bir çok insan için unutulmaz bir pazar anısıdır, hikmet şimşek'in hazırladığı pazar konseri programında yayınlanan "an evening with danny kaye and the new york philharmonic" isimli gösteri. lincoln center'da, 23 eylül 1981 tarihinde, unicef yararına düzenlenen bu gösteride danny kaye, hiç bir nota bilgisine sahip olmamasına rağmen, dönemin ünlü şeflerinden zubin mehta'ya emanet edilmiş new york filarmoni orkestrasını, bir çocuğun oyuncağıyla oynaması denli rahat ve eğlenceli bir havada yönetir.

ukrayna göçmeni yahudi bir ailenin çocuğu olan danny kaye, 18 ocak 1913 yılında doğmuş. asıl adı david daniel kaminsky. komedi filmleri ve müzikal filmlerle ünlü olmuş. bazı insanları görmek bile yaşama isteği uyandırır ya, yani öyle bir şey var sanırım, işte danny kaye de öyle bir etki bırakıyor insan üzerinde...

müzik adına gayet doyurucu ve eğlence adına muhteşem bir gösteri bu. işinin ehli kusursuz bir orkestra ve danny kaye birleşince, bir benzerini asla göremeyeceğin bir gösteri ortaya çıkıyor. müzikten, gösteriden, mizahtan, yetenekten şundan bundan ne anladığını bir kenara bırakıp bu gösteriyi baştan sona izlemelisin; şimdi farkına varmasan bile sana mutlaka bir şey katacaktır! varsa çoluk çocuğa da izletmelisin ki böylece küçük de olsa bir iyilik yapmış olursun, hiç şüphen olmasın!

gösteri ile ilgili tek kötü şey var o da kaydının çok zor bulunması; yasal kopyasına erişmenin ise mümkün olmaması! ses ve görüntü aktarımı zamanımızın medya araçlarına göre uyarlanmış bir kopyası piyasaya sürülse keşke! çıktığı saat edinirim bir kopya ve tüm bu ses ve görüntü kalitesi düşük videoları tek hamlede ortadan kaldırırım... ama o güne kadar bunlarla idare etmek durumundayız. ha, ben böyle browser üstünden parça parça izlemek istemiyorum, torrent, e-mule peşinde de koşamam diyorsan, iletişim adresinden bana e-posta adresini göndermen yeterli.

şunu itiraf etmek istiyorum, çocukluğum ve televizyon denilince en sevmediğim üç programdan biriydi pazar konseri. bir an önce bitse de film başlasa diye nefretle bakardık ekrana. ama belki o arada bana az da olsa bir şeyler kattığını, benden daha akıllı ve uslu çocuklara ise şahane geldiğini şimdi anlıyorum. şimdiki çocukların çok daha geniş olanakları var gibi görünüyor ama sanırım olanakların değerlendirilmesi konusunda aileden şanssızlar! biz, evet sülalece nefret ediyorduk belki hikmet şimşek'ten ama televizyon yine de açık kalıyordu ve başka kanal yoktu! dediğim gibi, az da olsa etkisi oluyordu!

overture to "die fledermaus" / strauss (zubin mehta, conductor)
"tritsch-tratsch polka" / strauss
overture to "la gazza ladra" / rossini
overture & dance miniatures from "the nutcracker suite" / tchaikovsky
"du, du" excerpt from "die fledermaus" / strauss
triumphal march from "aida" / verdi
"look sharp" march / m. merrick
excerpt from symphony no. 5, last movement / beethoven
"the flight of the bumble bee" / rimsky-korsakov
"dance of the hours" / ponchielli
symphony no. 9 (scherzo excerpt) / schubert
excerpt from symphony no. 8, first movement / beethoven
"fiddle-faddle" / leroy anderson
march from "the nutcracker suite" / tchaikovsky
"carnival of venice" / j. bellak
"stars and stripes forever" / sousa.





danny kaye 1958
an evening with danny kaye - 1965

devamını göster

01 Şubat 2008

Stanley Lau (Artgerm)

76 parçalık arşivi 2photo.ru adresinde yayınlanmış; deviantart'da da sayfası var. benim beğendiklerim ise aşağıda...


















devamını göster

the orange box : portal

tanıtım videosunu aylar önce tesadüfen izlemiştim; akabinde portal'ı buldum ve o bir türlü geçemediğim bölüme kadar (18. bölümdü sanırım) çok eğlendim.
half life 2 için bir toplama olan the orange box'ın ekstralarından biri bu oyun. tanıtım videosunda ve aslında oyunda da rehberlik eden o zibidi ses oyuna çok güzel bir hava katıyor.
"vay be ben harikayım" diye diye bölümleri geçmek çok keyifli, insan kendini çok zeki ve yetenekli hissediyor. ama takıldım kaldım, kapasitem o kadarmış...
bir oyundan soğuyunca bir daha yaklaşamıyorum; biraz zaman geçmesi gerek sanırım.
örneğin bu aralar sims 2 oynuyordum; iki karakter ve bir köpek idare ediyorlardı. sonra ihtiyar olan ( onu uşak olsun diye oyuna katmıştım) cart diye öldü, diğer karakter birden yaşlandı, köpek bunalıma girdi, şimdi oyunu açamıyorum; karakter yaşlanınca oyunu özellikle kaydetmeden çıkmıştım, şimdi oyunla ilgilenemiyorum; sırf yaşlanacak diye.. manyak mıyım neyim yahu, en kötü baştan başlatırsın? işte; insanın tadı tuzu kaçtı mı hiç bir şey eskisi gibi olmuyor...
her neyse, portal hakkında biraz daha (ama biraz) fikir vermesi açısından, oyunu (koyunun olmadığı yerde keçi) flash versiyonuyla da oynayabilirsin ama işte, bu bir matrix filmini siyah beyaz, 36 ekran bir televizyonda izlemek gibi bir şey olur...
bu arada oyunda kaldığım bölüm, videoda 01:49 ile 01:56 saniyeleri arasında görünen yer...demek ki geçiliyor ama o nasıl bir zamanlama, konsantrasyon..yetenek!


devamını göster