29 Ağustos 2017

li'l quinquin

li'l quinquin, fransız yönetmen bruno dumont'un bir eseri. film diye yapılmış ama sanırım sonra mini dizi diye sunulmuş. son yıllarda izlediğim en enteresan karakterlere, öykü anlatımına eh belki öyküye sahip yapımlardan biri. ancak bu yapımı tavsiye edemiyorum; bakın var böyle bir şey diyorum sadece. helikopter, mimik ve boşluk isimlerini koyduğum üç sahneyi ve bu sahneler üzerine bıtbıtlanmalarımı aşağıya bırakıyor ve esen kalın diyorum.



helikopter:

çocukken hiç helikopter görmedim; bizim oralardan geçmeleri için en ufak bir neden yoktu zaten. bizim oralara arada sırada dünya dışı uzay araçları uğruyordu sadece. sokaklara dökülüp izliyorduk; ki o zamanlar gezegende tek bir piksel bile yoktu, yanıp sönen ışıklar sadece yanıp sönen ışıklardı; kimse çözünürlük hesabı yapmazdı. zaten hiç bir şeyden emin değildik; günler günleri kovalarken, hariçten gazel çalan bir olaya, eğlence gözüyle bakıyorduk; zengin birinin düğününde fırlatılan havai fişekler misali; bambaşka bir dünya; bizle ilgisi olmayan...

ama bir helikopter yaklaşsaydı, pata pata, yine sokağa dökülürdük, tüm önemli işlerimizi erteleyerek. belki uzaklardan geçerdi ama ya süper şanslı bir günümüzdeysek; o zaman tam üzerimizden geçerdi; pata pata, eller kollar, toprağın tozunu kaldıran bir zıplama, hey hey hey, seni gördük!

daha da güzeli, olanaksızlığın parmakları saçlarımızın arasında gezinirken, hem de bizi sevimli bulmuşken gerçekleşebilirdi; bir hayal; bir düş; artık hiç bir gün o aptal günler gibi olmayacak: helikopter bizi görüp, yanımıza yaklaşırdı. tam o anda şu kaçık hayattan başka bir beklentimiz kalmazdı! helikopterin pervanesinin altında kendimizden geçerdik; acaba milyon yıl yaşasan bundan daha görkemli, daha önemli, daha güzel bir şey gerçekleşebilir mi? dört milyar yılın son on bin yılında bir kerecik bile kendini gösterme inceliğinde bulunmamış yüzlerce tanrıdan hangisi o aşağıda birikmiş küçücük kalabalığın üzerine eğilmiş bakan helikopterin yarattığı coşkuyla baş edebilir?

çünkü o anda saf bir merak, saf bir heyecan; hayranlık ve korkuyla,  saf bir lütuf gösterisine bakıyor. bu bir alış veriş; bir hesaplaşma. asla bir beklenti değil; sadece bir durum; eşsiz, benzersiz, heybetli... anlamsız ama çok da önemli, asla unutamayacağın bir karşılıklı fark ediş, beni gördüğünü gördüm ve işte şimdi sen de bana bakıyorsun; sadece bana; nihayetinde gereksiz, yararsız ama en azından tek bir taraf için muhteşem bir bakışma...




mimik:

insan her şeyi öğreniyor; afrayı tafrayı öğreniyor ve oturup kalkmasını, eğer ki aileden şanslı ise. o an geldiğinde, bir şey yapması gerektiğinde, öğrendiklerinden yola çıkarak bir şey yapıyor; bir ifade takınıyor ve diyor ki 'bu durumda ben böyle yaparım' ; davranışının kendine has olduğunu düşünüyor; zira kişiliğini dışa vuruyor ama aslında sadece daha önce öğrendiklerini sahipleniyor.

çok popüler olmuş bir reklam ya da bir televizyon dizisi bir dolu insanın hemence sahiplendiği, benimsediği mimikler, laflar yayıyor topluma. bir demet tiyatro'daki tirbüşon'un "şşş!" demesi örneğin; hala yeri geldiğinde kullanırım ve bir zaman sonra (çevremde) kimse hatırlamaz tirbüşon'u; artık benim yaptığım bir şeydir.

çok daha derinlere gizlenmiş, kaynağının belirlenmesi artık olanaksız bazı anlamsız ifadeler de var. örnek şu: bir yere varamıyorum; sıkıldım ve bunun anlaşılmasını istiyorum anlamlarına gelen; 'üf', 'püf'...

bu bir problem olabilir mi? yani, sıkıldın, bunaldın ve uğraşmak istemiyorsun artık; 'üf' ya da 'püf' diyorsun; hiç düşünmeden; hem neden düşüneceksin ki; bin yıldır 'üf püf' bunlar. buna bir seçenek getirmenin ya da 'bu da benim tarzım!' demenin bir anlamı var mı? bununla beraber aynı değerde bir soru: aynı durumda nasıl oluyor da hep aynı anlamsız, garip, saçma sapan şeyi yapıyoruz ve bu bize hiç garip gelmiyor?

ama farklı saçma bir şey yapıldığında garibimize gidiyor; çünkü bildiğimiz ve alıştığımız saçmalık değil diye mi?



boşluk:

...


devamını göster

25 Ağustos 2017

kurzgesagt – in a nutshell

'kurzgesagt – in a nutshell' takip etmeye değer youtube kanallarından; her ay, genellikle bilimsel mevzular içeren yeni bir video yayınlanıyor. insanın aklını sarsabilecek şeyleri sakin bir ses tonuyla ve oldukça sevimli, renkli animasyonlar eşliğinde sunuyorlar. aslında grafikle / animasyonlarla bilimsel şeylerin anlatıldığı videolar, eğer ki videoyu hazırlayanın asıl odaklandığı şey, anlattıklarının bilimsel sağlamlığından çok  hazırladığı sunum (grafikler, animasyon) ise, ki bu çoğunlukla belli de oluyor, belki ilgi çekici görünüyor ancak özünde insana pek bir şey katmıyor.
kurzgesagt ekibinin hazırladığı videolarda ise o yavanlık yok bence. anlatmak, paylaşmak istedikleri bir şey var ve günümüz hız çağında bunu kısa sürelere sığdırıp, renkli ve eğlenceli bir sunumla yansıtıyorlar. 
dün yayınlanan, kara deliklerin, sevgili evrenimizi yok edebilme olasılığı üzerine hazırladıkları videoda insanın başını döndürebilecek şeyler anlattılar; hem de türkçe alt yazı desteğiyle. (tıktıktık)
hali hazırda yaklaşık 5 milyon kişiye düzenli olarak ulaşıyorlar, toplamda ise 275 milyon defa videoları görüntülenmiş; yine de belki gözden kaçırmış ya da karşılaşmamış olan vardır. 


devamını göster

24 Ağustos 2017

10 metre

al sana 30 dolar, çık şu on metre yükseklikteki platforma ve atla, deseler bana, tek bir hücrem bile bu teklifi ciddiye almaz. konuyu 'kaç dolar verseler', geyiğine getirmek istemiyorum; kendini sınama da dahil olmak üzere ortada gerçek bir neden yokken, benim o işi yapma ihtimalimi, şu anda oturduğum yerden, sıfıra yakın görüyorum.

gerçek neden dediğim de, bir hayati tehlike durumudur sanırım; peşinden bir şey (silahlı bir manyak, bir ayı, yuvarlanan dev bir kaya topu...)  kovalıyordur seni, kaçacak yerin kalmamıştır ve kurtulma şansı diye değerlendirip, atlarsın herhalde? ya da bir çocuk düşmüştür veya sevdiğin birisi ve ne bileyim yüzme bilmiyordur, ya da yüzemeyecek ama gayet de boğulup gidebilecek bir durumdadır; onu kurtarmak için atlarsın herhalde?

on metreden, on beş metreden, sırf eğlencesine denize ya da havuza atlamanın eğlenceli bir aktivite olduğunu kabul ediyorum; bana çılgınca gelmiyor ancak hayranlık da duymuyorum. olabilir diyorum, daha ne diyebilirim ki; hem bana ne?

"ten meter tower", 2017 sundance film festivalinde de gösterilmiş bir belgesel. yaklaşık yirmi dakika, yorumsuz, yargısız, bir deney havasında. belgeselde, 10 metre yükseklikten havuza atlama konusunda kendime yakın gördüğüm insanları izledim; dolayısıyla üzerimde hoş bir gerilim filmi etkisi yarattı. insanların karar verme süreçleri; her birinin kendine has halleri; ırk, cinsiyet, yaş ve görünüş gibi özellikler üzerinden değerlendirmeler yapmanın saçmalığı hatta kişiler arası iletişim örnekleri gibi şeyler üzerine düşünceler uyandırabilecek, formatı hiç değiştirmeden dizi yapsalar, sektirmeden  her bölümünü merakla izleyebileceğim bir yapım, "ten meter tower".


devamını göster

23 Ağustos 2017

we can't live without cosmos

konstantin bronzit abiden, hoş detaylar ve incelikle yedirilmiş bir mizahla süslenmiş, güzel bir animasyon daha. daha önce paylaştığım "at the ends of the earth"* kadar olmasa da, bu eseri çok beğendim. sanki finali, ne bileyim, pek tatmin etmedi, bilmiyorum belki bende bir sıkıntı vardır.

film beraber büyümüş iki astronotun, arkadaşlıkları üzerine. ya da cem yılmaz'ın, astronot olmak isteyen çocuğa, şimdiden zıplamaya başla, yaklaşımını hatırlatan bir azim üzerine. yok ama yine de nihayetinde dostluk üzerine...



*koca dünya

devamını göster

22 Ağustos 2017

yaşlı insanların kayıp yüzüklerini bulan havuçlar

aslında şöyle söylemek gerek; yaşlı insanların kayıp yüzüklerini bulan havuçları bulan yaşlı insanlar... zira belki binlerce, milyonlarca havuç, şu anda, yıllar önce kaybedilmiş ancak "buldum benimdir" ilkesiyle sahiplendikleri yüzüklere sıkı sıkı sarılmış, bir gollum edasıyla kendilerinden geçmiş, toprak altında gizleniyor olabilirler; diğer havuçların kıskançlık, imrenme ya da hayranlık dolu bakışları altında...

belki bazı havuçlar, sırf yüzüklerine güvendiklerinden, kendilerini kraliçe havuç ilan etmişlerdir:
- pişt...
- ne?
- sen bundan sonra işçi havuçsun.
- ne?
- ben bu bahçenin kraliçe havucuyum belli oluyordur sanırım.
- diyorsun... ne yapmamı bekliyorsun?
- onu düşünmedim daha; soran olursa işçi havucum ben dersin...
- işçi havucu mu işçi havuç mu?
- küstah!
- o şey beynine c vitamini gitmesini engelliyor sanırım...
- fazla konuşma da yakınında iri yarı bir havuç varsa söyle; emrimdir, bundan sonra savaşçı havuç olacak!
- yok yanımda kimse; ama görürsem söylerim.
(...)

ancak konu onlar değil; konu, kaçarken yakalanan sinsi havuçların ya da "bi' yüzük buldum, yüzük kaybeden var mı!" diye bağırıp duran dürüst havuçların ya da uzunca bir süredir çevresinden bir heimlich manevrası bekleyen ancak teknik ve doğal nedenlerden ötürü bir türlü boğazında düğümlenmiş yüzükten kurtulamayan telaşlı havuçların gün ışığına, bellerindeki ya da boğazlarındaki yüzüklerle çıkarılmış olmaları.




işte bazı örnek olaylar:

lena paahlsson, üzerinde yedi taş elmas bulunan yüzüğünü, kaybettikten 16 yıl sonra, bahçesinde, topraktan söküp çıkardığı havuçta bulmuş. ne şaşkınlık dolu bir mutluluktur!

otto theer, evlilik yüzüğünü, kaybettikten üç yıl sonra, yine bahçesindeki bir havucun üzerinde bulmuş; bir gün bulacağımı biliyordum, demiş. yüzünde mutluluğa batırılmış bir sırıtış ile; kahraman (ya da hırsız; bunu asla kesin olarak bilemeyiz) havuç ile bir hatıra fotoğrafı bile var.

son olarak mary grams, kaybettiği evlilik yüzüğünü 13 yıl sonra, evet, bahçesinden çıkan bir havucun üzerinde bulmuş.



kaynak:

lena paahlsson
otto theer
mary grams

devamını göster

21 Ağustos 2017

6 resim - 6 fotoğraf

fotoğraf gibi resimler ve resim gibi fotoğraflar. şahsen resim gibi fotoğrafları tercih ediyorum. fotoğraf gibi resimler zaten fotoğraflardan yola çıkılarak yapılıyor ve takdir ettiğim sabır ve yetenek oluyor; nihayetinde evet gayet güzel kadınlar, duruyorlar, bakıyorlar.. oysa resim gibi fotoğraflarda sanki bir şeyler gizli; kimin, ne zaman, hangi duygularla baktığına bağlı olarak..
elbette sadece aşağıdaki örnekler için konuşuyorum.














ressam yigal ozeri
kaynak : yigalozeriartist.com















fotoğrafçı leonard misonne (1870-1943)
kaynak: vintage everyday

devamını göster

18 Ağustos 2017

nasıl oldu da en azılı ambient dinleyicilerinden biri oldum?

uykuya dalma sıkıntım vardı. bir yerlerden radyo tiyatrosu kayıtları buldum; bir süre onları dinleyerek uykuya daldım. ancak bazı oyunlardaki ses efektleri sıkıntı olmaya başladı kısa zamanda. evet, uykuya dalmama yardımcı oluyordu bu oyunlar ancak her ne kadar kısık bir sesle yürütülüyor olsalar da, bir kapı çarpması, gök gürültüsü, patlayan bir tabanca ya da bir çığlık sesiyle "n'oluyo be?" diye uyanıyordum gecenin bir vakti.

sonra tekrar müzik çalarken uyumaya karar verdim. bazı müzik türleri ya da albümler işe yarıyordu. ne var ki uykuya dalma süresi çok değişkendi. hatta bazen işe yaramıyordu; müziği kapatıp, körelmiş olduğunu düşündüğüm uykuya dalma yeteneklerimi zorlamak zorunda kalabiliyordum.

bir gece, nereden aklıma estiyse, erkan oğur'un 'bir ömürlük misafir' albümünü dinlemek istedim; uykuya dalmadan önce. meğer aradığım müzik buymuş! albümün üçüncü parçası "hey onbeşli onbeşli" başlamadan uykuya dalmış oluyordum! ilk on dakikası falan yetiyordu yani...

bir gün last.fm servisinden bir e-posta geldi; bir arkadaşlık isteği varmış. açtım baktım, kimdir nedir diye; yok ama, çok saçma, vatandaş ile müzik uyumumuz yok denecek kadar az, tanıdığım biri falan da değil. sonra anlaşıldı ki, last.fm sanatçı sayfasında, erkan oğur'u en çok dinleyenler listesine girmişim meğer! evet; erkan oğur'un  özellikle 'bir ömürlük misafir' albümü benim için özel bir albümdür ancak öyle önde bayrak sallayarak koşan dinleyicilerinden biri de değilim. burada uygunsuz bir durum var belli ki. ama bu nedenle bırakmadım albümü dinlemeyi; zihnim artık gecenin bir rutin parçası, klimanın motor sesi, suyun borular içinden akarken çıkardığı sürtünme sesi, çok uzak bir galakside son üç milyar yıldır tahta sandalyesinin denge sorununu halletmek için sürekli çivi çakan ihtiyarın çıkardığı ses gibi algılamaya başladı bu albümü.

bir gün division isimli oyunu oynarken, yahu şu oyuna insan atmosferi güçlendirecek müzikler de ekler; hay sizin yapacağınız işin... diye söylenirken buldum kendimi. oflaya poflaya oyunun atmosferini güçlendirecek müzikler aradım, buldum. tabii bu biraz zaman aldı çünkü nihayetinde bu sorunu çözmek için ambient diye tabir edilen ve fakat neredeyse hiç haşır neşir olmadığım bir müzik türü hakkında kendimi geliştirmem gerekiyordu. tam o dönemde mahallemizde "ambient müzik dinleme teknikleri ve ülkemizde ambientçilik" gibi bir kurs açılmamıştı elbette; sezgilerime ve şansıma güvenerek spotify ve onun 'benzer müzisyen önerileri' aracılığıyla bir liste oluşturdum. tek kriterim, oyunun atmosferini güçlendirmek olduğundan gergin gibi, sanki kötü bir haber almışsın gibi, aha bir şey oluyor ya da eli kulağında daha da kötüsü kulağı üç metre ileride yerde gibi duygular uyandıran bir müzik listesi oldu bu. sonuçta, oyundaki eksikliği gideriyordu...

bir gün uykuya dalmadan önce bu listeyi başlattım. kısık seste elbette. yaklaşık yüz yirmi parçadan oluşan bu liste tıpkı 'bir ömürlük misafir' etkisi yarattı; üçüncü parçaya gelmeden uykuya dalıyordum. ayrıca her seferinde karışık çalmasını emrettiğim için, gecenin bir rutini de olamıyordu.

işte sorunu böylece çözdüm. tek endişem, aslında hiç de öyle olmadığım halde, gezegenin sayılı ambient müzik hastalarından biriymiş gibi bir profil çiziyor olmam: her gece yaklaşık altı saat ambient müzik dinliyorum zannediyor beni spotify ve last.fm.

not: işte o liste:



devamını göster